Pentagon planından Katar krizine: Türkiye-ABD ilişkilerinin geleceği
Hemen hemen herkes Türkiye-ABD ilişkilerinin bir “güven bunalımından” geçtiğini söylüyor.
Hemen hemen herkes Türkiye-ABD ilişkilerinin bir “güven bunalımından” geçtiğini söylüyor. Güvensizliğin nedenleri konusunda Türkiye tarafının iddiaları artık sokaktaki sıradan adamın neredeyse ezbere söyleyeceği iki meseleye odaklanmış durumda. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın son Washington ziyaretinde ilişkilerin geleceği açısından beklentilerin odağına da bu iki meselenin yerleşmesi umuluyordu. Bu nedenle ziyaret öncesi gündemi belirlemek için Washington’a uçan Fidan, Kalın ve Akar çantalarında hem FETÖ’nün ABD’deki faaliyetlerine son verilmesi hem de gelecek Rakka Operasyonunda PYD/YPG’nin kullanılmaması önerilerini Amerikan karar alıcılarına sundular. Büyük ihtimalle bu ziyarette Amerika’nın bölgedeki politikalarına karşı beliren güvensizliğin kamuoyunda yankısını bulduğu ve Atlantik güvenliğinin iki müttefiki için bu sorunla (artık Washington’a güvenmiyoruz sorunuyla) baş etmenin bir yolunu bulmaları gerektiği de aktarıldı.
Aslında Fidan, Kalın ve Akar’ın ziyaretinin zamanlama açısından çok uygun bir tarihte gerçekleştiğini söylemeliyiz. Bilindiği gibi Türkiye, Ortadoğu’da ABD’nin diğer geleneksel müttefiklerinin Obama dönemi politikalardan yaşadığı hayal kırıklığını paylaşıyordu. Dolayısıyla ABD’de seçimleri Obama’nın siyasi gündemini reddederek kazanan Trump’ın farklı bir politika izleyebileceği düşüncesi Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni bir başlangıç beklentisi yaratmıştı. Keza ABD de Obama döneminden beri planlanan Rakka Operasyonunu Türkiye’deki seçimlerden sonraya ertelemiş, yani operasyonda kiminle muhatap olacağını görmek için beklemişti. Çünkü ABD sahada bir güç olarak Türkiye’nin tepkisini hesaba katmanın da bir gereklilik olduğunu biliyordu. Bu konuda herhangi bir ihmalin önüne geçmek için Ankara Sincar’a operasyon düzenleyerek, bir gece ansızın gelebiliriz çıkışıyla beraber, gerekli hatırlatmayı yapmıştı. Kısaca Erdoğan-Trump görüşmesi öncesinde ziyaretin gündemini belirlemeye çalışanlar için güven tazelemeye uygun, tarafların birbirini ciddiye aldığı bir atmosfer vardı.
Pentagon faktörü ve 'maliyetsiz aktörler'
Ancak ziyaretin hemen öncesine rastlayan günlerde Trump, Pentagon’un DEAŞ’la mücadele için hazırladığı raporu imzalayarak Obama yönetiminin Suriye’de PYD/YPG’ye dayalı stratejisini devam ettirme kararı aldı. Ankara için olduğu kadar, Trump’ın Amerikan müesses nizamından uzak olduğunu düşünenler için de bir hayal kırıklığı. Amerika’nın bu yolu seçmesinin kendisi için mantıklı bazı sebepleri var elbette: İlk sebep olarak Trump’ın kendi ülkesinde karşı karşıya kaldığı suçlamalar sonrası farklı stratejiler izlemeye cesaret bulamaması gösteriliyor. Trump ve ekibinin elleri kolları bağlı, danışman olarak atanan kızı, damadı ve diğer yakınları tecrübesiz. İlginçtir ne zaman Amerikalı akademisyenlere ABD’nin YPG-FETÖ gibi aktörleri kullanmasının Türkiye’de ve Türk halkında yarattığı haleti ruhiyeyi anlatsanız, size Trump’ın liderlik biçimini öne sürerek cevap veriyorlar. "Trump" diyorlar, "rasyonel mi değil mi belli değil, siz de görüyorsunuz ABD twitter üzerinden yönetiliyor."
Trump’ın liderlik şeklinin alaylara konu olması Türkiye’den bakıldığında hiç önemli değil, çünkü Ankara’nın penceresinden Obama ve Trump’ın Irak-Suriye politikalarını birbirine iliştiren Pentagon faktörü açıkça görünüyor. Elbette arada fark da var: Obama dönemi Savunma Bakanlığı Riyad’ı terbiye etmek için İran’ı kullanmış ve bölgesel güçler arasında husumet yaratmıştı. Şimdi Pentagon İran’ı hizaya sokmak için Riyad’ı kullanıyor ve yine bölgesel güçler arasında husumet yaratıyor. Çünkü her iki başkan döneminde de Ortadoğu’da istikrar öncelikli değil ve Ortadoğu’daki istikrarsızlık para, pazar ve enerji kaynağı bulmaya çalışan rakiplerin kontrol altına alınması için önemli. Başka bir yazımızda bu hedef için maliyetsiz (hukuki, siyasi ve ekonomik açısından maliyetsiz) araçların ne kadar önemli olduğunu belirtmiştik. Bu nedenle PYD/YPG’yi silahlandırma kararını Trump’a empoze etmek güç olmamıştır: Şöyle dendiğini duyar gibi oluyoruz: “Sayın Başkanım; seküler ve 'ekolojik' görünüyorlar dolayısıyla enerji koridorunun Kuzey Suriye hattı üzerindeki kontrolümüzü dünyaya başka şekilde anlatabiliriz; devlet değiller yani uluslararası hukukla bağlı değiller bu nedenle yaptıkları/yapabilecekleri etnik temizlik politikaları bizi bağlamaz; bizim yerimize savaşacaklar ama aslında bölünmüş durumdalar yani güçsüzler.” Ancak Pentagon’un tüm hassas planlaması istikrarsızlık ve maliyetsizlik üzerine oturduğu için, bazıları öngörülebilir bazıları da öngörülemez kimi komplikasyonlarının olabileceği beklenmiyor değil.
Trump-Erdoğan görüşmesi de aslında, Pentagon planı onaylandıktan sonra, PYD’siz bir Rakka Operasyonuna ABD’yi ikna etme çabasının ötesinde bir anlam kazanarak ABD’nin Suriye planının yol açabileceği öngörülen komplikasyonlardan birini masaya yatırmak için bir fırsat oldu. Bu komplikasyon, Erdoğan’ın Türkiye-ABD ilişkilerinde virgül mü nokta mı konulacak sorusunu sorması ile netlik kazanmıştı. ABD Ortadoğu planlarını devreye sokarken Ankara’yı kaybedebilirdi.
Trump-Erdoğan görüşmesi ne getirdi?
Trump her ne kadar “tahmin edilemezlik üzerinden caydırıcılık sağlayarak” rakiplerin hamlelerini geçiştirmeye çalışsa da Ortadoğu’da gelecek dönemdeki ABD siyasi yatırımı için iki ipucu verdi. Bunlardan PYD üzerinden Kuzey Suriye’den başlayarak Irak ve Suriye dizaynında söz sahibi olma ihtimali, dün en çok tartıştığımız konuyken bugün Katar’a uygulanan ambargo sonrasında Riyad Mutabakatının getirileri analiz edilmeye çalışılıyor. Riyad Mutabakatı, Trump ekibinin İran ile yakın ilişkiler nedeniyle küstürdüğü eski müttefiklerini ilk hedefi İran karşıtlığı gibi görünen bir koalisyon bünyesinde birleştirme çabasıydı.
Aslında büyük resme baktığınızda İran’ı çevrelemenin, bu stratejinin tek amacı olmadığı hem içeriğinden hem de zamanlamasından anlaşılıyor. ABD, Musul ve Rakka operasyonları öncesinde ve sırasında Irak ve Suriye’nin kaderleri çizilirken İran’ı kuşatmak ve Irak’ı kontrol altına almak istiyor. Bu kuşatma-kontrol hattının ABD çıkarlarına uygun gerçekleşmesi için de Körfez’in (Suudi Arabistan ve BAE öncülüğünde oluşturulmuş gündemi ile Körfez’in) güvenliğinin İsrail’in güvenliği ile ilişkilendirilmesi, yani Körfez, İsrail, Ürdün, Mısır ekseninde Sünni ve Arap itirazlarının/memnuniyetsizliğinin/ ortaya çıkabilecek direnişinin kontrol altında tutulması gerekiyor.
Eski ittifak kuşağı sorgulanıyor
Ortadoğu’da bu kontrolün sağlanmasının istendiği kuşak eski statükocu, Batı yanlısı güçler kuşağıydı. Bir farkla; Soğuk Savaş’ta ve hatta 1990’larda Türkiye’nin daha yakın durduğu bu eski ittifak kuşağı şu anda Türkiye tarafından gündeminin Türkiye’nin milli menfaatlerine ne kadar uyduğu sorusu ile sorgulanıyor. Yani eski ittifak kuşağına Türkiye’nin katılımı verili olmadığı gibi Ankara uzun süredir Ortadoğu’da bölgesel güçler arası kutuplaşmaları artıran, bir Ortadoğu ülkesini hedef alan (dünden önce Riyad, dün Tahran bugün Doha) projelere sıcak bakmıyor. Kısaca Türkiye’yi ikna etmek sadece silah anlaşmaları ve bir Ortadoğu ülkesinin canavarlaştırılması üzerinden yapılamaz.
Yine de Beyaz Saray’ın Türkiye’yi ikna etmek için Trump-Erdoğan görüşmesinde iki kart kullandığını görüyoruz. İlk kart ABD yetkililerinin PYD ile yakınlaşmanın stratejik değil taktiksel olduğunu açıklamaları. Çok güçlü bir vaat olmasa da PYD’nin revizyonist politikalarına bel bağlayanlara bir kullanım süresi olduğunu hatırlatıyor. İkinci kart, SDG’ye yani PYD’ye verilen silahların PKK’nın eline geçmeyeceği, bu yönde kontrol sağlanacağı yönündeki söz. Bu iki kartın da Ankara’yı tatmin etmesi mümkün olmuyor ama PKK’nın terör örgütü olarak anılması, PYD’nin PKK’dan koparılması düşüncesi safdillik de olsa, Türkiye’nin meşru müdafaa hakkını kullanmasına yönelik açıklamalarının Washington’da duyulduğunu gösteriyor. Hem nasıl duyulmaz ki, Erdoğan’ın 'bir gece ansızın gelebiliriz' konuşması diyelim Türkiye’de yapıldığı için duyulmadı, Washington’da önce başkanlar arası yüz yüze, sonra heyetler arası görüşmede Türkiye’nin kararlılığı bir kere daha ifade edildi. Yani iki ülke arasında gerçekleşecek en üst düzeyde temasta söylenecek söylendi, duyulacak olan duyuldu.
Erdoğan-Trump görüşmesinden 2 Haziran gecesine kadar geçen sürede atılan her adım yukarıda çizdiğimiz çerçevenin içinde atılmıştır ama 2 Haziran gecesinde Rakka Operasyonu resmen başladığında bu çerçevenin kenar ve köşelerinde değişimlerin olabileceği beklentisi de ortaya çıktı. Bu beklentinin en önemli nedeni operasyonun kendisidir. Clausewitz’ci savaşların çok uzağındayız ama Modern Savaş kavramının yaratıcısının uyarısını tekrarlayalım; savaşlar savaş alanında kazanılır ve kaybedilir. Yani yatırım, silah, koalisyonlar, hesaplar ve planlar, 2 Haziran öncesi gerçekti ama varsayımsaldı da. 2 Haziran sonrası tüm plan ve direnişlerin alanda çatışmalar üzerinden sınanmasına şahit olacağız. Bu gerçeklik içerisinde ABD’nin Washington görüşmesinde Türkiye’ye PYD üzerinden verdiği sözleri tutup tutmadığını göreceğiz. PYD’nin ve PKK’nın kendi ajandasını izlemesini ABD gerçekten kontrol altına alacak mı, almak isteyecek mi sorusu aslında ABD’nin nasıl bir Suriye ve Irak görmek istediği sorusuna, bu soru da ABD’nin Rakka sonrası ne yapacağı sorusuna bağlanıyor.
Balkanlaş(tırıl)an Ortadoğu
Trump Amerikan dış politikasını twitter hesabı üzerinden yönetse de ABD askeri plan ve operasyonlarını gizlilik içerisinde yapacağını duyurdu. Dolayısıyla DEAŞ üzerinden net olmayan bir terörle savaş gündemi dışında Rakka Operasyonu sonrasında ABD’nin Suriye’de ne yapacağı muğlak görünüyor. Muğlak çünkü Trump bir yandan Suriye’de rejimi vurarak Ortadoğu’da vekiller ardına saklanmayacağını gösterdi, diğer yandan da vekilleri çoğaltıp, devlet dışı aktörlerle vekalet savaşından delege edilmiş savaşlara kaydı. Her iki askeri-siyasi var oluş biçiminin maliyeti farklı; bu yüzden ABD’nin önünde iki seçenek duruyor. İlk seçenek DEAŞ’ı bitirdikten sonra bölgedeki vekilleriyle arasına kontrollü bir mesafe koyup bölgeden çekilmesi. Bu durumda Ortadoğu, tüm bölgesel ve bölge dışı aktörlere maliyet çıkartacak kadar istikrarsız olacak. Ama bu durumda herkesin bölgede kendi ajandasını ABD’nin onayını doğrudan hesaplamadan hareket edebileceğini söyleyebiliriz. İlk seçeneğe karşı doğal bir itiraz gelecektir: ABD hiçbir zaman, tam anlamıyla Ortadoğu’dan çekilmedi. Doğru ama Trump’ın vaadi buydu, o nedenle seçeneklerden biri bu.
İkinci seçenek ABD’nin Ortadoğu’da az maliyetli bir askeri-siyasi varolma biçimi bulması ve Rakka mücadelesini bu varoluşun ilk ayağı yapması. Ortadoğu’nun parçalanmışlığı ve bölünmüşlüğü üzerinden var olmak için uygun bir ortam ve ön çalışma olduğunu da yadsıyamayız. 1991’den itibaren örtük, 2005 Irak Anayasası denemesinden sonra ise daha açık olarak federasyon ve konfederasyon projeleri ABD ve Amerikan menşeli düşünce kuruluşları tarafından ısıtılıp ısıtılıp masaya getiriliyor. Bu tür ulus inşa projelerinde (Afganistan’dan Irak’a) daha başarılı olunmuş değil. Hem kim Balkanlaşmayı ister ki? Cevap verelim: Balkanlaşmak sadece devletlerin etnik/dinsel/mezhepsel hatlarda bölünmesini ifade etmez, küçük aktör revizyonizmi üzerinden aktörlerin gücünü çok aşan siyasi projeler için birbirinin boğazını sıkmasını ifade eder. Dolayısıyla terörle mücadele kisvesi altında küçük aktörlerin revizyonist rüyalarının başka terör dalgalarını başlatması mümkün. Bu yeni dalgaların da bölgede var olmaya çalışan diğer aktörleri rahatsız etmesi olası.
(Kon)Federasyon kisvesi altında PKK’nın revizyonist hayalini gerçekleştirmek, yani bir PKK devleti yaratmak için PYD/PKK cesaretlendirilirse, bu devlet aracılığı ile Irak ve Suriye’nin çözülmesi hızlandırılırsa tek direnecek aktörün Ankara olacağını düşünmek hatalı olacaktır. Ankara direneceğini, hatta nasıl direneceğini de açıkladı. Olayın askeri yüzü bir yana Fırat Kalkanı hattında sivillere, soluk alabilecekleri bir ekonomik model sunmak PYD’nin tek alternatif olduğunu düşünenlere verilmiş bir cevap. Türkiye bu noktada Fırat Kalkanı’ndan beri Suriye’nin Balkanlaştırıması oyununu bozmaya yatırım yapıyor.
Oyun bozucu olmanın değeri
Türkiye’nin elinde üç temel oyun bozma aracı var. İlk araç yukarıda bahsettiğimiz sahada askeri, ekonomik ve siyasi olarak var olmasından kaynaklanıyor. Ankara sahada var oldukça sahada var olan diğer aktörlerle pazarlık şansı da olacaktır. Elinde oyun kurucu olduğu kadar oyun bozucu araç da tutmaya çalışan Rusya’ya bakalım: Moskova, Suriye’de kimi zaman İran’ı kimi zaman Türkiye’yi kimi zaman da Afrin’deki PYD’yi destekliyor. ABD küçük aktör revizyonizmini güçlendirerek PYD’yi Rusya’dan uzaklaştırırsa ve Moskova ABD ile anlaşamazsa elinde kalan manivelalara yani Iran-Suriye hattının muhalifliğini ve Türkiye ile yakınlaşmayı kullanacaktır. Bilindiği gibi ABD PYD’yi sahaya sürünce İran’ın Suriye planı zaten ertelenmişti ama bir de Katar üzerinden tüm Körfez, İsrail ve ABD tarafından sıkıştırılınca Tahran artık Obama döneminin tamamen sona erdiğini anladı.
Hizbullah’a ve İran yanlısı milislere hatlarını savunma sinyalini vermesi beklenen bir gelişme olacaktır. Bu kutuplaşmanın artması Ankara’nın önüne şu fırsatı ve riski koyacaktır: İran Suriye’de bu sıkıştırma karşısında Türkiye ile yakınlaşmayı hatta anlaşmayı seçebilir. Türkiye de Kobani’ye operasyon düzenlemek gibi zor bir kararla karşı karşıya kalırsa Moskova ve Tahran’ın dostluğundan faydalanabilir. Risk şurada yatıyor, Ankara kendi savunması için saldırı stratejisinden kaynaklanacak hatları açık tutmakla beraber bölgedeki kutuplaşmada tarafgir görünmek istemiyor. Kendi milli güvenliği için gündemini, Balkanlaştırmayı arttırmadan gerçekleştirmek istiyor. Bu nedenle de bir yanda Rusya, İran, Suriye rejimi, son kriz sonrası, Katar, Pakistan; diğer yanda ABD, Suudi Arabistan, BAE, İsrail, Ürdün, Mısır’ın yer aldığı iki değişken bloklaşmanın ortasında durmaya çalışıyor.
Zaten Ankara’nın elindeki ikinci oyun bozma aracı da bu zor konumdan kaynaklanıyor. Ortadoğu’daki yeni haritalar sadece masa başında çizilmiyor, kasaba kasaba çarpışa çarpışa alanda çiziliyor. Bu nedenle alandaki her aktör ortada duran Ankara’yı karşı tarafa kaptırmamak istiyor, çünkü Ankara hangi hatta/hangi bloklaşmaya destek verirse diğer hat/blok için maliyet yaratacak. Üçüncü araç hem bu maliyetle hem de 2011’den itibaren Türkiye’nin Arap politikasına yaptığı yatırımla ilgili. Bölgede bugüne kadar pişirilen konfederasyon/federasyon fikirleri hep birilerinin dışlanarak bölge politikasında marjinalleşmesi üzerine kuruluyordu. Bu gelenek PYD/PKK devletleştirme çalışmaları çerçevesinde terk edilmedi. Bu konuda Kobani’de izlenen Arap unsurlara karşı politikalar da ipucu veriyor. Öyleyse SDG içerisinde Kürt ve Arap unsurlar arasındaki ve SDG dışındaki Arap unsurlarla PYD arasındaki ilişki alarm veriyor diyebiliriz.
Kürt-Arap savaşı ihtimali hem ulusal hem de uluslararası yazında uzun süredir tartışılıyordu zaten. Arapların kendi politikalarını ve kimliklerini rakiplere karşı savunmaları gerektiğinde Arap politikalarının var olan bagajına geri dönerek hareket edecekleri muhakkak. Orada da bir yandan İhvan’ı, bir yandan Arap Baharı sonrası Arap sokaklarının tartışmaya açtığı yeni Arap milliyetçiliğini bulacaklar. Türkiye ve Türkiye gibi Arap Baharında Arap sokaklarına yatırım yapan ülkelerin, örneğin Katar’ın, bu yeni direniş hattıyla diyalog geliştirmesi yakın bir olasılık.
Türkiye başka bir gündemin vekili değil
Son dönemde bir puzzle’ın parçaları gibi üzerimize yağan Ortadoğu gelişmeleri (Riyad Mutabakatı, Rakka operasyonu, PYD’nin silahlandırılması, Katar’a izolasyon, Pakistan ve Türkiye’nin Katar’a asker gönderme kararı, İran’dan Katar’a gıda yardımı, Zarif’in Ankara’ya gelmesi, İran ve Irak’ta Şiilere yönelik DEAŞ saldırıları) aslında tek tek yerine oturuyor. Büyük güçlerin, özellikle de ABD’nin hamleleri sonucunda bölgesel güçler, bugün biri yarın öteki, ya sıkıştırılıyor ya cesaretlendiriliyor.
Cesaretlendirilen ve/veya sıkıştırılan blokların Türkiye’nin güvenliğine ne vaat ettiğine bakıyor Ankara. Her bir puzzle parçası için, yani her bir olay için ayrı bir duruş geliştirme özgürlüğü var; çünkü Ankara bölgede bugün sadece kendine vekalet ediyor, başka bir gündemin vekili değil. Bu nedenle Ankara’nın hareket alanı oyun bozuculukla sınırlanmış görünse de bozabileceği oyunların niteliği düşünüldüğünde bu zor, kısıtlı gibi görünen konumun niteliği ve değeri daha iyi anlaşılıyor. Türkiye-ABD ilişkilerinin geleceği de bu yüzden iki gelişmenin ışığında şekillenecek: Bir yandan bir gün ABD, PYD’nin (ve FETÖ’nün) gerçekten taktiksel bir araç olup olmadığına karar verecek. Diğer yandan Ankara oyun bozucu konumunu nasıl, hangi aracı ön plana çıkararak kullanacağını gösterecek.
[Prof. Dr. Nurşin A. Güney Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı ve BİLGESAM Başkan Yardımcısıdır]
* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
FACEBOOK YORUMLAR