Almanya ve liberal dünya düzeninin geleceği
ABD ve İngiltere son yetmiş beş yılda ilk defa, Almanya'nın kendisinden muazzam faydalar devşirdiği liberal dünya düzeninin kurucu temellerini ciddi şekilde sorgulayan liderler seçti.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Alman dış politikası iki temel üzerinde yükselegeldi. Birincisi NATO üyeliği ve ABD ile geliştirilen güçlü ikili ilişkiler yoluyla transatlantik topluluğa gösterdiği bağlılık, diğeri ise Avrupa Birliği entegrasyon sürecine ve Fransa-Almanya ilişkilerini sayısız çok taraflı ve çift taraflı kanal üzerinden yoğunlaştırma konusuna verdiği güçlü destek.
Almanya'nın Nazi geçmişini geride bırakabilmesi, geçmişteki cürümlerinden temize çıkması ve komşularının gözünde meşruiyet kazanması için, önde gelen Alman siyasi partilerinin liderleri, yani Hristiyan Demokratlar ve Sosyal Demokratlar, Almanya'nın transatlantik topluluğa ve AB entegrasyonuna bağlılığını kanıtlama yolunda büyük zahmetler çekti. Almanya eş zamanlı olarak hem AB yanlısı hem de Atlantik yanlısı bir dış politika izleyebilirse, Alman ulusal kimliğini seküler, kozmopolit, çok-kültürlü ve liberal-demokratik değerler temelinde yeniden inşa etme projesini gerçekleştirmek çok daha kolay hale gelecekti.
Soğuk Savaşın sona ermesi ve akabinde Almanya'nın 1990'daki birleşmesi bu uzlaşmayı zayıflatmak yerine, Alman dış politikasının bu özelliklerini daha da güçlendirdi. Varoluşsal Sovyet tehdidinin artık olmadığı bir Avrupa'dan ABD'nin kademeli olarak uzaklaşmasına ve Almanya'nın birleşmeyle artan gücünün Avrupa'da egemen rollere soyunmasını ve 'normalleşme' sürecini yaşarken giderek artan derecede reelpolitike uygun tutumlar almasını kolaylaştırabileceği gerçeğine rağmen, bu etki şimdiye kadar bu şekilde süregeldi.
Almanya doğru dengenin peşinde
Son çeyrek yüzyılda Almanya'da, Alman dış politikasının 'normalleşmesi' lehinde argümanlar üreten alternatif sesler, siyaset sahnesinin merkezini ele geçirmeyi başaramadı. Avrupalılar ABD'nin yokluğunda kendi kıtalarının güvenlik problemleriyle başa çıkma konusunda büyük ölçüde başarısız oldular. Böylece NATO önceliğini muhafaza etti ve ABD de Avrupa güvenliği konusundaki kararlılığını sürdürdü. 'Avrupacılar' ile 'Atlantikçiler' arasındaki mücadelede Almanya, doğru dengeyi kurabilmek için elinden geleni yapmakta.
Söz konusu meseleler ister AB'nin NATO'ya karşı stratejik özerkliği, ister AB entegrasyon sürecini daha uluslar-üstü bir tarzda hızlandırmak, ister AB ve NATO arasındaki kurumsal işbirliği, ister Rusya'ya süper güç olarak Avrupa güvenlik düzeninde bir yer bulmak ve ister Amerikan'ın Avrupa güvenlik düzenine bağlılığını garantilemek adına NATO'nun küreselleşmesini desteklemek olsun, Almanya, esas olarak, Alman stratejik düşüncesindeki savaş sonrası konsensüsünün ana fikrini büyük ölçüde yansıtan orta yollu tavırlar benimsedi.
Liberal dünya düzeni
Avrupa ve ötesinde savaş sonrasında oluşan liberal düzenden Almanya çok büyük faydalar sağladı ve bunun kesintisiz olarak sürmesini sağlamak için de elinden gelen her şeyi yapmaya çalıştı. Servetini ve gücünü serbest ticaretten ve liberal dünya düzeninin bütün dünyaya yayılmasından devşiren sivil bir güç olarak Almanya, ABD'nin liberal dünya düzenine bağlı kalıp kalmayacağını ve Vladimir Putin'in Rusya'sının geleceğini Batı'da mı yoksa reelpolitik kisvesi altında Rus imparatorluğunun canlandırılmasında mı göreceğini yakın takip altında tuttu.
Avrupa'daki savunma kesintileri ABD'nin sinirini bozuyor
Almanya Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD ile en mühim krizini, George W. Bush'un (Amerikan dış politikasını büyük ölçüde neo-conların şekillendirdiği) birinci başkanlığı döneminde yaşadı. Gerhard Schröder'in aynı dönemde Almanya'daki parlamento seçimlerini Amerikan karşıtlığı ile kazanmış olması da dikkat çekicidir. Barack Obama'nın Beyaz Saray'ı devralmasıyla Alman liderler halkıyla birlikte derin bir nefes almış olsa da, bir takım yapısal faktörler transatlantik bütünleşmeyi bozmaya devam etti. Obama'nın çok taraflılık ilkesini benimsemesi de, ABD'nin Avrupa'da süregiden savunma harcamalarındaki kesintilerinden oldukça huzursuz olduğu ve Doğu Asya'yı kendi ulusal güvenlik çıkarları açısından artık daha hayati bir unsur olarak görmeye başlamış olduğu gerçeğini değiştirmedi.
ABD çıkarları Asya-Pasifik'e kayıyor
2011 yılında Foreign Policy dergisinde çıkan etkileyici bir makalede “eksen Asya'ya kaysın” stratejisini ilk olarak dillendiren, Obama'nın dışişleri bakanı Hillary Clinton oldu. Savunma harcamalarını artırmada gösterdikleri isteksizliğin olumsuz sonuçları hakkında Avrupalı müttefikleri sürekli olarak ikaz eden ise Obama'nın savunma bakanı Robert Gates'ti. Obama ekibi için resim gayet netti: Avrupalı müttefikler ABD tarafından ciddiye alınmak istiyorlarsa, savunma harcamalarını artırmalı ve Avrupa ve çevresinde daha büyük güvenlik sorumlulukları üstlenmeliydiler. Obama 21. yüzyılın Avrupa ve Ortadoğu'dan daha çok Asya-Pasifik'te gerçekleşen gelişmelerle şekilleneceğini açıkça ifade etti. Avrupalı müttefikler kendilerini bu gerçeğe ne kadar çabuk uydururlarsa o kadar hayırlı olacaktı.
Ortak liberal değerler tehlikede
İngiltere'nin AB'den çekilme kararı ve Donald Trump'ın ABD başkanlık seçimlerindeki zaferi, Almanya'nın kaygılarını derinleştirmiş görünüyor. ABD ve İngiltere son yetmiş beş yılda ilk defa, Almanya'nın kendisinden muazzam faydalar devşirdiği liberal dünya düzeninin kurucu temellerini ciddi şekilde sorgulayan liderler seçtiler. Bu da Angela Merkel'in neden Trump'ı transatlantik ittifakının temelini oluşturan ortak liberal demokratik değerleri göz ardı etmemeye teşvik ettiğini açıklıyor gibi. Trump'ın liberal düzen ve Brexit konularındaki salvoları karşısında pek çok yorumcu biraz acelecilikle, küresel boyutta cazibesi giderek artan otoriterliğin ve popülizmin karşısında liberal düzenin ahlaki temellerini muhafaza etmeye muktedir kalan tek liderin Merkel olduğu sonucuna vardılar.
Merkel'in manifestosu
Bu senenin Eylül ayında yapılacak parlamento seçimlerine yönelik siyasi kampanyası kapsamında geçtiğimiz günlerde Münih'te yaptığı bir konuşmada Merkel, Almanya ve genel olarak Avrupalı müttefiklerin, güvenlikleri konusunda artık Anglosakson müttefiklerinin iyi niyetine güvenemeyeceklerini, son derecede net bir şekilde belirtti. Verdiği mesaja göre, AB entegrasyon sürecini güçlendirerek ve mümkün olursa AB'yi dış siyaset, güvenlik ve savunma alanlarında güçlü kurumsal yeteneklerle donatarak Avrupalıların kendi stratejik olgunluklarını ispatlama vakti artık geldi.
Merkel bu teşebbüste Alman siyasetçilerin çoğu tarafından destekleniyor gibi. Bunların arasında en öne çıkan ise gelecek parlamento seçimlerinde rakibi olacak olan Sosyal Demokrat Parti’li Martin Schulz ve Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerini AB entegrasyonu ve küreselleşmeye verdiği destek ve popülizm karşıtlığı sayesinde kazanan Emmanuel Macron.
Merkel geçtiğimiz günlerde Brüksel'deki NATO ve Roma'daki G-7 zirveleri vesilesiyle Trump'la uzunca bir süre geçirmiş oldu. Trump bu fırsatları, Avrupalı müttefiklerini, askeri harcamalarını radikal şekilde artırarak gayrisafi yurtiçi hasılalarının yüzde ikisine çıkarmaya ve NATO'nun DEAŞ karşıtı koalisyona resmen katılmasına izin vermeye sevk etmek için kullandı.
Transatlantik güvenliğine Avrupa desteği
Trump'ın çevre sorunlarına, özellikle de küresel ısınmaya yönelik çok taraflı çözümlere karşı duyduğu büyük isteksizlik de Roma zirvesinin gündemini işgal eden konulardan biri oldu. NATO'nun Avrupalı müttefikleri bu türden ABD taleplerine boğun eğse de, Almanya ve ABD'nin bu konularda farklı tutumlar takındığı gerçeği bir sır değil. Alman perspektifinden bakıldığında, Almanya ve diğer Avrupalı müttefikler transatlantik güvenliğine, özellikle kalkınma yardımları ve sivil güç araçları gibi diğer yollardan katkıda bulunmakta.
Bunun yanında, güvenlik ortamının son zamanlarda kıta çapında uğradığı bozulmaya rağmen, Avrupalılar hâlâ büyük meblağların sosyal ve ekonomik sektörlerden askeriyeye aktarılmasına razı olma konusunda epey gönülsüzler.
Merkel'in son konuşması, AB entegrasyon sürecini daha özerk bir tarzda güçlendirmek konusunda devrim niteliğinde bir etki mi yapacak, yoksa Almanya'daki seçim kampanyasında yaşanmış sıradan bir an olarak mı kalacak, bekleyip görmek gerekiyor.
Mütercim: Ömer Çolakoğlu
[Doktora derecesini Bilkent Üniversitesi'nden alan Tarık Oğuzlu Uluslararası Antalya Üniversitesi'nde siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler profesörü olarak görev yapmaktadır]
* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
FACEBOOK YORUMLAR