Alman siyaseti ve medyasında aşırı sağ yanılgısı
Seçimler öncesi açıkça kendini belli eden yükselişine rağmen, AfD’nin zaferi sanki beklenmeyen bir gelişmeymişçesine "Almanya’da bu nasıl olabildi?” kabilinden şaşkınlık ifade eden sorular eşliğinde tartışılıyor.
Almanya’da pazar günü yapılan genel seçimlerde tüm eyaletlerde oyları düşen Hristiyan Demokrat Birlik Partisi toplamda yüzde 9 oranındaki oy kaybı ile 1949 yılından bu yana en kötü seçim sonucunu aldı. Martin Schulz liderliğindeki merkez sol parti SPD ise yüzde 5’lik oy kaybıyla seçimin kaybedenleri arasında yerini aldı.
Seçim öncesi yapılan anketlere göre merkez partilerin tahmini oy oranlarında yüzde 4-5 arasında sapmalar yaşanması ve merkez partilerin ciddi oranda oy kaybetmesi, son anda oyunun rengini belirleyen kararsız seçmen etkisine bağlı olarak açıklanırken, bu partilerin köklü seçmen potansiyelini kaybettiği yorumlarına da neden oldu. Tahminlerde en az sapma ise henüz dört yıllık bir geçmişi bulunmasına rağmen Almanya’nın en büyük üçüncü partisi olarak meclise giren ve bazı doğu ve güney eyaletlerinde birinci parti olmayı başararak köklü bir oy tabanına sahip olduğu izlenimi veren AfD’nin oy oranlarında gerçekleşti.
Seçim istatistikleri incelendiğinde, AfD'nin seçimlerde ilk defa oy kullanan yaklaşık bir buçuk milyon seçmeni kendi lehine mobilize edebilmiş olması ve bu partiye muhafazakâr CDU’dan bir milyon kadar oy kaymasının gerçekleşmiş olması dikkat çekiyor. Toplamda yüzde 40’a yakın sol kanatta yer alan parti seçmeninin AfD’yi tercih etmiş olması ise dikkat çeken bir diğer nokta. İstatistiklere göre, SPD den 500 bin ve Sol Partiden 400 bin olmak üzere sol kanattan ırkçı AfD partisine toplamda 900 bin oy kayması gerçekleşti.
Yeni bir Almanya doğuyor
Tarihi dolayısıyla ırkçılık ve ayrımcılığın savaş sonrası dönemde özel bir hassasiyetle ele alındığı ve Batı demokrasisinin ve AB’nin kalesi olma iddiasındaki Almanya’da, seçim programında açıkça Nazi söylemlerini tekrar eden bir partinin üçüncü sırada meclise girmeyi başarmış olması, Alman siyasi ve toplumsal gerçekliği açısından yeni bir durum ortaya çıkardı. Nitekim bir dönüm noktası olarak nitelendirilen bu gelişme ile Alman kamuoyunda yeni bir Almanya’nın doğuşundan söz edilmeye başlanmıştır. Sadece içeride değil, uluslararası arenada da sorunlu bir tablo ile karşı karşıya kalan Almanya, ciddi bir imaj zedelenmesi ve siyasi prestij kaybı tehlikesiyle yüz yüze.
Bundan dolayı seçimler öncesi açıkça kendini belli eden yükselişine rağmen, AfD’nin zaferi kamuoyunda sanki beklenmeyen bir gelişmeymişçesine "Almanya’da bu nasıl olabildi?” kabilinden şaşkınlık ifade eden sorular eşliğinde tartışılıyor. Alman kamuoyunda hâkim olan bu kabullenememe tutumu, kuşkusuz Almanya’nın tarihte kaldığını düşündüğü ırkçı eğilimlerle ve bunların nedenleriyle yüzleşmekten kaçınmak istemesi ve dış dünyadaki imaj sorunu ile yakından alakalı.
Nitekim bazı medya organlarında AfD mensubu milletvekillerinin ideolojik profilleri arasında bir ayrıma gidilerek, tamamen ırkçı ve İslam karşıtlığı üzerine bina edilen parti programına imza atmış bu milletvekillerinin hepsinin aynı derecede ırkçı olamayacağı tezi işlenmeye başlandı.
Kampanyanın temeli İslam ve yabancı karşıtlığı
AfD, Alman kamuoyunda lanse edildiği gibi beklenmedik şekilde büyüyen birden bire neşet etmiş köksüz bir siyasi oluşum değil ve tabanını PEGIDA türü İslam karşıtı halk hareketlerinden ve Almanya’da geçmişte kurulmuş olan bir dizi aşırı sağcı partiden alıyor. 2013 yılında AB tarafından Avro Bölgesinde uygulanan kurtarma paketlerine tepki olarak doğdu, aynı yıl Avrupa Birliği karşıtı söylemleriyle Alman eyalet meclislerine girebilecek çoğunluğu sağlayabildi. Seçmenlere hiçbir ciddi siyasi ve ekonomik proje sunmayan ırkçı partinin, 24 Eylül seçim kampanyası süresince İslam karşıtlığı ve yabancı düşmanlığını ön plana çıkararak esas başarısını da yine bu kampanya ile elde etmiş olması hayli düşündürücü.
AfD, seçim programında İslam’ın Almanya’ya ait olmadığına vurgu yaparak, İslam’ı bir din değil, özünde şiddet eğilimli, sorunlu ve mücadele edilmesi gereken politik bir ideoloji olarak gördüğünü açıkça ifade ediyor. Partinin seçim programında ayrıca, göçmen grupların ancak tam asimile olmaları halinde Alman toplumunun bir parçası olabilecekleri vurgulanıyor. Nitekim Die Zeit gazetesinin seçin sonrası web sayfasında başlattığı “Neden AfD’ye oy verdim?” isimli yorum anketine katılan AfD seçmenlerinin büyük çoğunluğu da bu partiye oy vermelerindeki en büyük etkenlerden birinin partinin İslam ve göçmenlerle ilgili vaatleri olduğunu ifade etmişlerdir.
AfD'nin yükselişinde medyanın rolü
Alman medyası ve merkez partileri, AfD’nin seçim zaferinin nedenlerinin ve sorumlularının arandığı tartışma programlarında siyasi ve stratejik başarısızlıkları ile bu partiyi zafere taşıyan muhtemel sorumlular olarak gündeme getirilmekteler.
Seçimler öncesi AfD'nin halkta neden bu kadar karşılık bulduğu sorusunun tartışıldığı programlar yerine, sürekli olarak göçmenler, İslam ve özellikle en büyük göçmen toplumu olan Türklerin Almanya’nın en büyük sorunuymuş gibi lanse edilmeleri şüphesiz AfD’nin ırkçı propagandasına halk nezdinde bir meşruiyet zemini hazırladı. Bu Neonazi hareketinin yükselişinde medyanın payının tartışılması, meselenin doğru şekilde anlaşılmasında gecikmiş ancak doğru bir adım olarak görülebilir.
Ancak burada esas olarak Alman medyasının sorunlu dili ve basında hâkim İslam ve göçmen düşmanı söylemlerin tartışılması gerekirken, medyanın sorunlu tutumunu ve rolünü sadece partinin siyasi iddialarına yer vermek suretiyle, AfD’nin görünürlüğüne hizmet ettiği yönündeki bir ithama indirgeyen tezler isabetli görünmüyor. Nitekim AfD’nin CDU ve SPD’yi geride bırakan takipçi sayısı ile sosyal medyada hem Facebook ve hem de Twitter üzerinden geniş kitlelere ulaşabildiği biliniyor. Mesele AfD’nin görünürlüğü değil, onun siyaseti ile aynı paraleldeki ayrılıkçı ve ötekileştirici haber dili ile Müslüman göçmenler ve İslam’la ilgili gerçek dışı korkuların halk arasında yayılmasına ve kabulüne zemin hazırlanmış olmasıdır.
AfD’nin bastırılmak ya da göz ardı edilmek suretiyle bertaraf edilmeye çalışılması, tam aksi bir etki yaratarak, bu oluşumun halk nezdinde kurban ve mağdur olarak algılanmasına yol açacaktır. Bu partinin ırkçı ve nazivari söylemelerine dikkat çekmenin ötesinde esas yapılması gereken, Alman medyası ve siyasetinin farklı kültür ve dini unsurları ötekileştiren zihni tutumdan ve bu tutumu yansıtan ötekileştirici dilden vazgeçmesidir. Zira bu sorunlu zihni tutum ve ayrıştırıcı dil, Almanya’da mevcut kurumsal ırkçılığın köklerinin de dayandığı ve yeniden canlanmasından korkulan “Nazi ruhu”nun tetiklenmesine ve 'meşruiyet' kazanmasına neden olabilir.
Alman siyaseti çareyi sağa kaymakta arıyor
Seçim sonrası değerlendirmeler incelendiğinde, Alman siyasi partilerinin de tıpkı Alman medyası gibi AfD’nin seçim zaferini ve kendi yenilgilerinin nedenlerini doğru okuyamadıkları görülmektedir. Merkel’in seçim sonrası seçmenlerine AfD’ye gidecek oyların geri alınacağına dair söz vermesi ve CDU’nun kardeş partisi CSU lideri Horst Seehofer’nın sağ cenahta doldurulması gereken bir boşluk olduğu yönündeki sözleri bu partilerin seçim süresince olduğu gibi AfD ile yarış halinde daha da sağcı bir dili benimseme stratejisini izleyebileceklerini akla getiriyor. Hâlbuki merkez partiler, seçim kampanyaları süresince AfD’yi engelleme stratejisi olarak, göçmenler -İslam ve Türkiye siyaseti noktasında zaten oldukça sert bir dil kullanmışlardı ve fakat seçim sonuçlarının da gösterdiği üzere bu strateji işe yaramamıştı.
Almanya’nın ünlü siyasi tartışma programı Anne Will'de sunucunun AfD’nin önde gelen isimlerinden Alexander Gauland’a, Almanya’ya yapıcı olarak hangi siyasi programı sunduklarını sorması üzerine, Gauland, “Bizim şu an öyle bir derdimiz yok” diyerek açıkça tüm propagandasını sadece ve yalnızca İslam ve yabancı düşmanlığı ve suni korkular üzerinden yürüttüğünü itiraf etmiştir.
Esas korkutucu olan da ülkenin gerçek gündemine yönelik hiçbir somut çözüm önerisi sunamayan bu partinin, İslam düşmanlığına dayanan ve dini, kültürel ve etnik olarak homojen bir Alman toplumu öngören bir ideoloji ile sekiz milyona yakın seçmeni mobilize edebilmiş olmasıdır. Alman kamuoyunda tepki oylarıydı denilerek hafifletilmeye çalışılan bu ciddi ve tehlikeli gelişme, her yönüyle incelenmeli ve doğru şekilde okunmalıdır. Diğer partilerin, göçmenler, İslam ve Türkiye konularında AfD ile yer yer örtüşen söylemeleri bir tarafa, halkın yüzde 25’nin seçime katılmadığı ve AfD’nin olası zaferi karşısında mobilize edilemediği düşünüldüğünde, bu tehlikenin boyutu daha da iyi anlaşılacaktır. Markus Frohnmaier gibi milletvekillerinden bazıları, ırkçı örgütlerle açıkça ilişki içinde oldukları gerekçesiyle iç istihbarat örgütü Anayasayı Koruma Teşkilatı tarafından izlenen bu partinin, siyasette, bürokraside ve devlet kurumlarında değişik kademelerde temsil ve kadro yetkisi elde etmiş olması ayrıca endişe vericidir.
Göçmen grupları ortak hareket etmeli
Son dönemde Avrupa genelindeki ırkçı partilerin yükselişinin oluşturduğu atmosfer ile ırkçı söylemlerin bir normalleşme sürecinden geçtiği açıktır. İdeolojik olarak ırkçı ve ayrılıkçı bir kimlik siyaseti yürüten AfD ile sadece ekonomi ve güvenlik konularında siyaset üreterek mücadele edilemeyeceği açıktır. Bu ideolojik savaşa verilecek cevap da bu ırkçı kimlik siyasetini reddeden ve kendisini bunun karşısında konumlandıran karşıt bir ideoloji olmak durumundadır.
Bunun tam aksi şekilde, geçtiğimiz aylarda Der Spiegel’de Alman bakanların kaleminden Kulturkampf kavramı ile Türk göçmenler özelinde Almanya’da bir kültür savaşı yürütüldüğü tezlerinin işlenmesi, AfD’nin elini açıkça güçlendirmiştir. Bu ırkçı oluşumun, Almanya’nın derin devletinin karıştığına kesin gözüyle bakılan NSU cinayetleri davasının bir türlü sonuca ulaşmadığı, Türklerin siyasi ve dini görüşlerinden dolayı her gün iş yerlerinde ve okullarda kurumsal ayrımcılığa maruz kaldığı bir siyasi ve toplumsal iklimde neşet edip güçlendiği unutulmamalıdır.
Almanya, değerler ve etnik dini ve kültürel kimlik siyaseti üzerinde yükselen bu harekete, ancak şimdiye kadar takınılan kültürel-üstenci tavrın terk edilmesiyle geliştirilebilecek, dini ve kültürel farklılıklara saygılı yeni bir toplum ve siyaset anlayışı ile cevap verebilir.
AfD bir Neonazi hareketidir ve yeni Almaya'nın yeni Yahudileri de Müslümanlardır. Almanya’nın en düşük işsizlik oranı ile ekonomik olarak en iyi dönemini yaşadığı bu günlerde, halkın yabancılar yüzünden gelecek endişesi veya ekonomik kaygılarla AfD’ye tepki oyu verdiğini ve bunun geçici bir teveccüh olduğunu iddia etmek, ne siyasi ne de sosyolojik olarak doğru bir okuma olacaktır.
Başta Türkler olmak üzere AfD’den en çok zararı görecek olan göçmen grupların yeni ırkçılık dalgasına karşı yek vücut olarak hareket edip hem siyasi hem de sosyal manada etkin ve ortak bir politika izlemeleri Almanya'nın girdiği yeni dönemde en öncelikli ihtiyaç olarak ortaya çıkmaktdır.
[Zeliha Eliaçık, SETA Avrupa Araştırmaları merkezinde çalışmaktadır]
FACEBOOK YORUMLAR