Son günlerde Osmanlı hakkında gerekli gereksiz birçok tartışma yaşanıyor. Sonunda buda oldu ve Osmanlıya da dil uzatıldı dedirtecek tarzdan tartışmalar gün boyu ekranlara gelirken, işin garip tarafı yapılan açıklamaların ve yayınların çoğunda bilgi kirliliği ve eksiliği görülmekte. Tam da bu aşamada Osmanlı Tarihi ile gündeme taşınan, Osmanlı çok dilli idi, dili Türkçe değildi, Osmanlıda askerlik mecburi değildi, günümüzde de olmasın, Cuma günleri tatil günüydü, haremlik zevk sefanın diz boyu sürüldüğü yerdi gibi akla hayale gelmeyecek bir karalama ve körüklemenin olduğunu görerek, bu konulara, Osmanlı tarihine son derece hâkim olan saygın Tarihçimiz Prof. İlber Ortaylı ve Tarihçi Tarihçi Doç. Dr .Erhan Afyoncunun yazılarından alıntılar yapıp kelimesini dahi değiştirmeden sizlerin bilgisine sunuyorum.
HAREM SİSTEMİ
Osmanlıda Harem Sistemini açıklayarak sözlerine başlayan İlber Ortaylı, Haremde çok iyi eğitim sistemi vardı. Hareme alınanlara Kuran, tefsir, edebiyat ve müzik dersleri verilirdi. Saygı ve terbiye çok yüksekti. Geçmişimize ne iftiralar atılıyor. Bazı padişahlarımızın içtiği olabilir; ama vur patlasın, çal oynasın; eğlenelim, kafaları çekelim gibi bir şey yoktu. Haremdeki kızlar da ya saray içinden evlenirdi ya da 5-6 sene sonra namusuyla haremden çıkar, yuva kurarlardı. Bazılarının memur olarak haremde kaldığı da olmuştur dedi.
MİLLİ ARAZİLERİMİZ İŞGAL ALTINDADIR
Anlatımını tarihi eserlere ve kültürel mirasa önem verilmesi gerektiğini ifade ederek sürdüren Prof. Dr. Ortaylı, Topkapı Sarayının içinde nereyi kazsanız bir tarihi eser çıkar. Sadece Topkapı Sarayının değil, İstanbulun içinde ne tarihi eserler var. Türkiyenin, özellikle İstanbul ilçelerinin cesur belediye reislerine ihtiyacı var. Kaçak yapılaşmaya izin verilmemeli. Geçmiş dönemlerde mafyanın arazi işlerine girmesiyle İstanbulda çarpık yapılaşma başlamıştır. Milli arazilerimiz işgal altındadır. Gecekondular için gariban evi diyorlar. Bunlar nasıl gariban evleri; hepsi ortalama 3 kat çıkmış. Cesur belediye başkanlarına ihtiyacımız var diye bu yüzden diyorum. Tarihin korunması için belediye başkanlarına büyük görev düşüyor. Şu anda kültürel mirasa önem veren ve bizleri dinleyen bir Büyükşehir Belediye Başkanımız var. Oy korkusuyla ve çeşitli baskılarla, olduk-olmadık yerlere yapılaşma izni verilmemeli diye konuştu.
CUMA GÜNLERİ TATİL DEĞİLDİ
Osmanlı zamanında Cuma günleri tatil yapılmadığını da söyleyen İlber Ortaylı, Cuma günleri tatildi diye bir şey yoktur. Böyle bir olgu Osmanlıda da yoktu, İslam geçmişinde de yoktu. Kuran-ı Kerim Müslümanların referans kitabıdır; onda da böyle bir emare yok. Cuma Namazını cemaat olarak hep birlikte camide kılmak, Müslümanların gövde gösterisi olduğu için farzdır. Tarihte Cuma günleri en ağır işlerin yapıldığı da olmuştur. Cuma saati ibadetini camide yapacaksın, işinin başına geri döneceksin dedi.
TÜRK TOPLUMU SAVAŞÇIDIR
Osmanlıda uygulanan Devşirme Sistemi hakkında da bilgilendirme yapan Prof. Dr. Ortaylı, Devşirmeler 3 senede bir değiştirilirdi. Sadece gariban köylülerden değil, soylu ailelerden de Devşirme Sistemi için 15-16 yaşlarında gençler alınırdı. Mahmut Paşa ve Sokullu Mehmet, en bilinen devşirmelerdendir derken, Türk Toplumunun her zaman savaşçı bir toplum olduğunu da belirterek, Bazı toplumlar ressamdır, müzisyendir; ama Türk Toplumu her zaman savaşçı bir toplum olmuştur. Bir fıkra anlatılır; İtalyan bir kumandan askerine ateş emri verir. Kimse ateş etmeye çıkmayınca, komutan, Ateş, ateş diye ısrar eder. Daha sonra Bu ne güzel ses diye kafasını kaldıran bir İtalyan asker, kafasına yediği kurşunla ölür diyerek, salonda bulunanları kahkahaya boğdu.
ASKERLİK KALKSIN DİYENLER AHMAK VEYA VATAN HAİNİDİR
Açıklamalarında 1960 ve sonrasına da değinen Ortaylı, 1960lardan sonra eğitim sistemimiz başta olmak üzere memleketimiz çöküntü içerisine girmiştir. Siyasilerin kendi partilerine düşkünlükleri, devlet bürokrasisini de zayıflatmıştır. Çok partili demokratik sistemde, herkes kendi partisinin adamını tutmaktadır derken, askeri konularda da açıklamalar yaparak, Zorunlu askerliği kaldıralım diyenler var. Bunlar boş laflardır ve bunları söyleyenler ya saf ve ahmaktır ya da vatan hainidir dedi.
Osmanlıda hukuk sistemi, mali sistem, askeri düzen, devlet iradesi ve sanat konularının anlatımıyla açıklamalarını sürdüren Prof. Dr. İlber Ortaylı, davetlilerin yoğun alkışıyla konferansı tamamlarken, Marmara Belediyeler Birliği tarafından kendisine çini işlemeli porselen tabak ve çiçek verildi.
OSMANLI´NIN BİLE RESMİ DİLİ TÜRKÇEYDİ
Tarihçi Erhan Afyoncu, son dönemde gündemde olan iki dil konusuna çarpıcı bir örnekle yaklaşıyor... Türkiye iki dilli bir yapıya götürülmeye çalışılıyor. Ancak onlarca milletten oluşan Osmanlı İmparatorluğu`nda bile resmi dil Türkçe olmuş, Meclis çalışmalarında da Türkçe`den başka dil kullanılmamıştı. Başta anadilde eğitim, iki dilli yapı gibi bazı meselelerin oturup çok ciddi olarak tartışılması ve Türkiye`nin geleceğinin planlanması gerekiyor. Birçok yazar meseleleri doğru bir şekilde ele almıyor ve yanlış bilgilerle kamuoyunu yanıltıyor. OSMANLI`NIN RESMİ DİLİ TÜRKÇE İkinci Abdülhamid tahta çıktıktan sonra Avrupa tarzında ilk anayasamız yapılmıştı. İlk anayasamızın 18. maddesi, `Devletin resmi dili Türkçe`dir ve Osmanlı fertlerinden her birinin devlet hizmetinde istihdam olunmak için resmi dili bilmesi şarttır` şeklindeydi. Bu anayasa maddesiyle devlet görevlerinde Türkçe`den başka dil konuşulmayacağı ve devletin resmi dilinin Türkçe olduğu açıkça ifade edildiği gibi bu durum anayasa teminatı altına da alınmıştı. TÜRKÇE ÖĞRENİN Meclis açıldıktan sonra devletin resmi dili Türkçe olmasına rağmen Ermeni ve Rumlar kendi dillerinin de resmi dil olarak kullanılması için uğraştılar. Milletvekili olmak için Türkçe bilmek zorunluydu. Bu şartın değişmesi için, özellikle Arabistan`dan gelen vekiller teklifte bulundular. Bu talebe karşı dönemin önde gelen devlet adamlarından Ahmed Vefik Paşa`Gelecek seçime 4 yıl var. Akılları varsa bu süre içinde Türkçe öğrenirler` cevabını vermişti. 1908`de İkinci Meşrutiyet`in ilânından sonra toplanan Meclis`te de farklı milletlerden birçok milletvekili bulundu ancak ikinci Meclis çalışmalarında da Türkçe`den başka dil kullanılmadı.
1876 Anayasasına bakmak yeter. 1876da kabul edilen Anayasanın, daha doğrusu o zamanki adıyla ve bence daha doğru olan terminolojisiyle Teşkilat-ı Esasiyenin 18. maddesi aynen şöyle yazar:
Tebaa-i Osmaniyenin hidemat-ı devlette istihdam olunmak için devletin lisan-ı resmisi olan Türkçeyi bilmeleri şarttır.
Basit bir Osmanlı Türkçesi ama yine de çevireyim: Osmanlı tebaasına mensup olanların devlet hizmetinde işe alınabilmeleri için devletin resmi dili olan Türkçeyi bilmeleri şarttır.
Yani neymiş?
Osmanlının resmi dili Türkçeymiş ve kamu görevlilerinin Türkçeyi bilmeleri şartmış.
İçinde Yunanı, Bulgarı, Sırpı, Arapı, Kürtü, Gürcüsü, Lazı, Ermenisi, Yahudisi, Çerkesi bulunan Osmanlı İmparatorluğu bütün bu çokrenkliliğe, bütün bu çoksesliliğe rağmen resmi dil olarak Türkçeyi ilan etmiş ve kamu hizmeti görecek olanlarda bunu şart koşmuş. Elbette günlük konuşmaya, kendi aralarında kullandıkları dile karışmamış, Türkçeyi asla ikinci plana atmamış, asla Türkçeden vazgeçmemiş.
Sınırlar dahilindeki her yerde her türlü resmi işlem Türkçe yapılmış; kadı sicilleri, tapu kayıtları hep Türkçe tutulmuş.
DEVŞİRME GELENEĞİ
Ortaylıya göre devşirme olduğu bilinen ve Hassa Mimarları Ocağından yetişmiş olan Mimar Sinan büyük yeteneğinin yanı sıra farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan Anadolu ve Osmanlı coğrafyasının verimli kültürel atmosferinde yetişmesi sayesinde bugün dünyada ismi hala anılan çok büyük mimar olmayı başarmıştır. Mimar Sinan aslında bağımsız bir dehadan öte bir ekolün, bir medeniyetin temsilcisi, çok başarılı bir ustasıdır. Yeniçeri Ocağına bağlı olan Hassa Mimarları Ocağında tam bir Osmanlı kültürüyle yetişmiştir ve bu nedenle ölümsüz eserleri Osmanlı medeniyetinin ulaştığı noktanın kusursuz bir şekilde estetize edilmiş halidir.
Devşirme kısa bir tarifle devletin Kapıkulu Ocakları olan Sipahilerle, Yeniçerilerin yenilenmesini temin etmek için ortaya çıkmış bir sistemdir. Devşirme işleminde en çok Hıristiyan köyleri tercih edilmiştir. Ancak Müslüman devşirmelerin sayısı da az değildir. Osmanlının Musevi kompartımanından devşirme aldığı ise görülmemiştir. Bunun anti-Semitizmle ya da Yahudilerin ayrıcalıklı olmasıyla bir alakası yoktur. Osmanlı Yahudileri çok büyük ölçüde medenileşmiş şehir toplumudur ve devşirme işleminde kilit nokta henüz gözü açılmamış köy çocuklarının tercih edilmesidir. Bu nedenle köylerde yaşayan Hıristiyan ve Müslüman çocukları devşirme sistemi için tercih edilmiştir. Devşirme işlemi birkaç yılda (2-3 yılda) bir yapılır ve devşirme çocuk sayısı beş-altı bini geçmezdi. Yalnızca Balkanlardan değil, Orta Anadoludan, Kafkasyadan devşirme çocuklar alınmıştır. Tek çocuklu ailelerin ve tek erkek çocuğu olan ailelerin çocukları devşirme için alınmaz. Dahası devşirme işlemi öncesi mutlaka köy cemaatinin izni alınır. İvo Andriçin Drina Köprüsü romanındaki gibi 3-5 yaşındaki Hıristiyan çocukları sepete alınıp götürülmez. Sağlıklı ve fizyonomisi düzgün parlak gençler (9-15 yaş arası olur genelde) ailelerin rızası alınarak kendi istekleri doğrultusunda devşirmeye alınır. Devşirme işlemi yapılırken çocuğun hangi etnik kökenden olduğuna bakılmaz. Aileler de devşirmeye sıcak bakmaktadır. Zira bu yolla çocukları iyi bir eğitim alacak, iyi imkânlarda yaşama şansı olacak ve kendilerine de yardımcı olacaktır. Çok zeki ve güzel olan devşirme çocuklar Enderun mektebine alınırlar. Ancak Enderunla alakalı olarak çıkarılan oğlanlar sözü Ortaylıya göre gerçek değildir. Birçok Avrupalı gözlemcinin de ifade ettiği gibi bu çocukların seçiminde gösterilen özen nedeniyle dünya tarihinde hiçbir devletin protokolü Osmanlı kadar göz alıcı olmamıştır. Kısaca devşirme bir hayat tarzı ve imparatorluk sistemidir. Devşirilen çocuklara Türkçe ve İslam dini öğretilir. Din eğitimi İlber Ortaylıya göre rafine bir medrese eğitimi değildir, daha çok bir köylü dindarlığı düzeyindedir. Devşirmelik 17. yüzyıldan itibaren azalmış ve daha sonra yavaş yavaş tamamen ortadan kalkmıştır.
OSMANLIDA AİLE YAPISI
Osmanlının heterojen toplumsal yapısında doğal olarak çok farklı yapılanmalar var olmuştur. Ancak Ortaylıya göre aile kurumu her şeye rağmen bu toplumda bir yeknesaklık arz etmiştir. Müslüman-Hıristiyan-Yahudi, Türk-Kürt-Arap-Rum-Ermeni fark etmeden Osmanlıda aile daima toplumun temel taşı olmuştur. Bunun iki önemli sebebi vardır. Birincisi devlet nezdinde aile esas üretim dolayısıyla vergilendirme birimidir. Dolayısıyla devletin tebaa ile temasa geçtiği idari ünite ailedir. İkincisi toplum nezdinde de aile toplumun temel taşıdır. Her ne kadar Osmanlı toplumunda kadın daima ikincil durumda olmasına karşın toplumsal yaşamda aile daima temel ünite, asıl mektep olmuştur. Bireyler ailede yetişir, toplumsal normları, ananeleri, devlet kaidelerini ailede öğrenirler. Osmanlı ailesi sosyolojik değerlendirmelerde cemaat tipi aile olarak tanımlanmasına karşın, İlber Ortaylının belirttiği üzere 19. yüzyıldan itibaren büyük şehirlerde çekirdek aile daha ön planda ve yaygındır. Osmanlı ailesi mahalli kültürün, folklorun yaşadığı bir yerdir. Osmanlı toplumunda hangi dinden olursa olsun her cemaat masallarla, perilerle, masallarla büyür ve bunlar büyük ölçüde birbirine benzer. İmparatorluk mirası her ailenin, her bireyin içine işlemiştir. Zor zamanlarda ilk sığınılacak kapı yine aile evi, baba ocağıdır. Osmanlı ailesinin değişmesi Tanzimatla başlar. Kadının yavaş yavaş hayata girmesi, tahsil görmesi, çalışması nedeniyle ekonomik roller ve dolayısıyla aile yapısı değişmeye başlamıştır. Aile kurumunda başlayan bu modernleşme; İttihat ve Terakki döneminde çıkarılmaya çalışılan aile hukuku ve kadınların cephedeki erkeklerin yerine fabrikalarda çalışmaya başlaması ile devam etmiş, Cumhuriyet döneminde kabul edilen Medeni Kanun ile de kadın yasal olarak erkekle eşit konuma yükseltilmiştir.
TEK DEVLET TEK DİN
30 Mart 1432de Sultan 2. Muratın oğlu olarak dünyaya gelen, veliaht olması bile şüpheli genç çocuk, ağabeyinin ölümü ve gelişen olaylar üzerine çok genç yaşta tahta çıkmak zorunda kalmıştır. Yerini babasına terk ederek Saruhan sancak beyliğine çekilen Fatih, gerçekten ileride tahta yeniden çıktığında tarihin akışını etkilemiş çok önemli bir kişidir. Fatih 21 yaşında o zamanlar dünyanın metropolü sayılan İstanbulu fethetmiştir. Bu amacına ulaşmak için Boğazkesen Hisarını yani Rumeli Hisarını dört ay içinde inşa ettirmiştir. İstanbulun fethi yalnızca Türkler ve Müslümanlar açısından önemli bir olay değildir. Tarihte yeni bir sayfa açmış, modern ateşli silah ve askeri tekniklerin kullanıldığı Rönesans tipi bir savaşın doruk noktası olmuş, insanlığa mal olmuş bir olaydır. 53 gün süren bu savaş gerçekten de Orta Çağı kapatmış, Yeni Çağı başlatmıştır. Bu savaşla daha sonradan Bizans İmparatorluğu olarak anılmaya başlayan Doğu Roma İmparatorluğu silinmiş, yerini Büyük Roma İmparatorluğunun son mirasçısı kabul edilebilecek Osmanlı İmparatorluğuna bırakmıştır. Daha önce Katoliklerden, Haçlılardan çok çekmiş Doğu Romanın Gennadios gibi ruhani liderleri fetih sonrası bu memlekette Frenkin ekmeğindense Türkün sarığını ve kılıcını tercih ederiz demiştir. Fatih şehir teslim edilmediği için fetihten sonra ganimet amacıyla şehrin üç gün yağmalanmasına müsaade etmiştir. Ancak son İmparator Konstantin Paleologosun anısına dini bir tören düzenlemiş, kendisine gereken saygıyı göstermiştir. Osmanlı Devleti bu fetih ile bir imparatorluk yani arbiter mundi (dünya hakimi, dünya hakemi) olmuştur. Osmanlının devlet ve toplum nezdinde imparatorluk şuuruna ulaşması ancak İstanbulun fethi ile mümkün olabilmiştir. İlber hocanın üzerinde durduğu bir diğer konu Fatih Sultan Mehmetin dini tercihleri üzerinedir. Çeşitli kaynaklarda Fatihin Hıristiyan ve Hurufi olduğu yönünde iddialar vardır. Fatihin Papa 2. Piusun mektubuna iltifat ettiği ve Fazlullahın Hurufileri ile yakın ilişkileri olduğu doğrudur ancak bunların nedeni Fatihin dini eğilimlerinden çok onun kozmopolit davranışlara meyil eden büyük bir imparator, büyük bir politikacı ve büyük bir kültür adamı olmasından kaynaklanmaktadır. Ortaylıya göre Fatih Sultan Mehmet bir Rönesans senyörüdür. Kendisi Arapça, Farsçanın yanı sıra Rumca ve Latince de bilen çok kültürlü bir insandır. Coğrafya ve tarihle ilgilenmiş, Troyaya merak sarmıştır. İtalyayı ve İtalyan kültürünü çok iyi bilmektedir. Kısaca Fatih Batıya karşı kompleksi olmayan bir doğuludur. Doğuludur ancak aynı zamanda Batıyı bilir ve sever. Bu nedenle aynı Mustafa Kemal Atatürk gibi Batıda en çok korkulan ve nefret edilen liderlerden biri olmuştur. Fatih Sultan Mehmet Osmanlı kültürel ve bilimsel hayatını da oldukça geliştirmiştir. Osmanlı tarih yazıcılığı onun döneminde gelişmiş ve kurumsallaşmıştır. Saray protokolünü de yeniden düzenleyen Fatih bir Roma imparatoru mirasçısı olarak Rum Patrikhanesine çeşitli imtiyazlar vermiş gerçek bir imparatorluk şuuru ile siyaset yapmıştır. Onun evrensellik düşüncesinin temelleri gökteki güneş nasıl tekse dünyada da tek devlet, tek din olmalı sözünden anlaşılabilir.
OSMANLI PADİŞAHLARININ MEZİYETLERİ
Ortaylının da belirttiği üzere padişahların her biri zanaat ve fen sahibi kimselerdir. Mesela cihan hâkimi Kanuni Sultan Süleyman çok becerikli bir kuyumcudur. Üçüncü Murat en büyük ve en uzun divan sahibi olan şairlerdendir. Dördüncü Murat büyük bir sporcudur. Çok iyi güreşir, ok atar ve şaşırtıcı şekilde sporculuğunun yanı sıra güzel yazı yazan bir hattattır. Dördüncü Mehmetin avcılığı meşhurdur. Üçüncü Ahmet büyük bir hattattır. Üçüncü Selim bilindiği gibi çok önemli bir bestekârdır. İkinci Mahmut da iyi bir müzisyendir. İkinci Abdülhamit ince bir marangozdur. Beşinci Murat ise çok iyi bir piyanisttir. Osmanlı padişahları ve hatta Osmanlı paşaları büyük ölçüde çeşitli konularda yetenekleri olan kimselerdir. Ancak devlet idaresi tabii ki bambaşka bir meziyettir.
OSMALIDA EĞİTİM
Ortaylının aktardıklarına göre Osmanlı devşirme sistemiyle Anadolunun dört bir tarafından yaşları 9-15 arası köylü çocuklarını toplatır ve bunlar ciddi saray eğitiminden geçirir ve imparatorluk ihtiyaçlarını kendi eğittiği elamanlardan karşılarmış.
Sağlıklı ve fizyonomisi düzgün parlak gençler (9-15 yaş arası olur genelde) ailelerin rızası alınarak kendi istekleri doğrultusunda devşirmeye alınır. Devşirme işlemi yapılırken çocuğun hangi etnik kökenden olduğuna bakılmaz.
Birçok Avrupalı gözlemcinin de ifade ettiği gibi bu çocukların seçiminde gösterilen özen nedeniyle dünya tarihinde hiçbir devletin protokolü Osmanlı kadar göz alıcı olmamıştır. Kısaca devşirme bir hayat tarzı ve imparatorluk sistemidir.
Bu eğitimin kalitesini bugüne kadar dünyada başka bir ülkenin başaramadığını ve günümüz Türkiyesinin bunla ilgilenmesi gerektiğini söyledi. Özellikle köylü çocuklarını bu denli derinlemesine eğitebilmiş olması tüm dünyanın dikkatini çekmiştir.
OSMANLI ELÇİLİKLERİ
Osmanlı İmparatorluğu Üçüncü Selim´e kadar diğer devletlere daimi elçi göndermemişti. Avrupa devletleriyle ilişkileri bunların İstanbul´da bulunan elçileri vasıtasıyla yürütülürdü. Ancak dışarıda elçi bulunmaması yüzünden Avrupa hakkında sağlıklı bilgi alınamıyordu.
Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa, Avrupa´yı tanımak gerektiğini fark eden ilk Osmanlı sadrazamıydı. Avrupa devletlerinin İstanbul´daki elçileri ile düzenli ilişki kurdu. Ayrıca Osmanlı tarihinde ilk kez Avrupa devletlerine elçi gönderdi. Elçiler sadece askeri ve ticari antlaşma yapmaya gitmemişlerdi. Avrupalı devletlerin askeri gücü ve devlet yapısı ile ilgili bilgi edineceklerdi. İbrahim Paşa Viyana´ya (1719), Yirmisekiz Mehmed Çelebi Paris´e (1720-1721), Nişli Mehmed Ağa Moskova´ya (1722-1723) elçi olarak gittiler. Bu elçiler gittikleri yerde gördüklerini anlatan raporlar hazırlayarak sadrazama sundular.
Üçüncü Selim döneminde Avrupa´daki Osmanlı çıkarlarını korumak için Avrupa´nın önemli merkezlerinde devamlı kalacak ikametgâh elçilikleri açıldı. İlk ikametgâh elçiliği 1793´te Londra´ya açıldı ve ilk elçi Yusuf Agâh Efendi´ydi.
OSMANLI DİPLOMASİSİ
Türkler´in savaşta kazanıp masada kaybettiği klişe haline gelmiş bir sözdür. Sanki Türkler hiç diplomasiden anlamıyor, saflıkları ve bilgisizlikleri yüzünden Avrupalı diplomatlar tarafından kandırılıyor gibi anlatılır. Osmanlı İmparatorluğu´nun son zamanlarında bazı savaşlarda galip gelinmesine rağmen yapılan antlaşmalardan kayıpla çıkılmıştır. Ancak bunun sebebi Osmanlı diplomatlarının maharetsizliği değil, İngiltere, Fransa ve Rusya gibi devletlerin baskılarıdır.
Osmanlı tarihi boyunca yapılan antlaşmalar, görüşme süreçleri ve uygulamaları ile birlikte iyi incelenirse çok maharetli diplomatların olduğu ve birçok antlaşmanın Osmanlı lehine neticelendirildiği görülür.
Rektör olduktan kısa bir süre sonra üniversitesini 15-20 yıl önce kurulmuş birçok üniversiteyle aynı seviyeye getiren Çankırı Karatekin Üniversitesi Rektörü Ali İbrahim Savaş´ın Osmanlı Diplomasisi, Mustafa Hattî Efendi´nin Viyana Sefaretnamesi ve Tedbirat-ı Pesendide isimli eserlerinde Osmanlı diplomasisinin bilmediğimiz birçok yönüne ve Osmanlı elçilerinin gittikleri ülkelerde Osmanlı devlet vakurunu nasıl koruduklarına dair birçok örnek vardır.
DEVLET GURURU
Ah nerde o eli sopalı Osmanlı elçileri..
Diplomasi ile alakalı eserler incelendiğinde, Osmanlı Devleti´nin muhatabı olan devlet diplomatları da her fırsatta diplomat muhatabını taciz etmeyi ve onun şahsında devletinin gururu ve onuru ile oynamayı denemek istemişler fakat hemen her defasında Osmanlı diplomatlarının tavizsiz tavırları karşısında niyetlerine nail olamamışlardı.
Sınırlarda yapılan elçi mübadelelerinde dikkat edilen husus, ilk hareketi veya ziyareti yapmamak ve muhatabını ayağına getirmek ve böylece de devletini yabancı devletler nezdinde temsil ederken onurunu da korumaktı. Mesela, 1748´de Avusturya´ya elçi olarak giden Mustafa Hatti Efendi, Dalya isimli şehre geldiklerinde, kendisini karşılamaya gelmeyip konağına çağıran o bölgenin generali Gaudagni Ascanus´un tüm ısrar ve tehditlerine rağmen yanına gitmemişti.
1739´dan sonra Rusya ile sınır çizimi görüşmelerine katılan Ahmet Meramî Efendi, Rus generali Repnin Vasile´nin ilk ziyareti kimin yapacağı ve Azak kalesinin yıkımının ağırdan alınması gibi konulardaki tavırlarına çok kararlı cevaplar vermiş ve görüşmeyi istediği şekilde sonuçlandırmıştı.
Osmanlı elçilerinin emniyetlerini temin için yabancı devlet tarafından refakatlerine verilen askerlerin kılıçlarını çekerek selama durmalarından rahatsız olup, derhal müdahale etmişlerdi. 1748´de Viyana´ya gönderilen Osmanlı elçisi Mustafa Hatti Efendi´nin ve 1739´da Avusturya ile sınırın çizilmesine katılan Ebu Sehl Numan Efendi, böyle bir hadise yaşamış ve duruma müdahale edip sorunu çözmüşlerdi.
Mehmet Emnî Paşa da 1740´ta Rusya topraklarına girdikten sonra Rus askerlerinin yalınkılıç selam durmasından, çadırı etrafında nöbet tutmalarından, trampet ve boru çalmalarından hoşlanmamış ve bu uygulamaları kaldırtmıştı. Osmanlı elçisi o kadar etkiliydi ki çariçenin çocuğu olduğu haberini alan Ruslar, Mehmet Emnî´den izin almadan bu durumu kutlamak için top bile atamamışlardı. Rus topraklarında bir süre yol alan Osmanlı elçilik heyeti Petersburg´a nehir yolundan gitmek için gemiye bindiği zaman bir sürprizle karşılaşmıştı. Gemide haçlı bayrakları asılıydı. Osmanlı elçisi, bunun üzerine bu duruma müdahale edip, gemideki haçlı bayraklarını indirtmişti.
Yorumlar
Kalan Karakter: