Çok uzun bir yazı olacak ama, kafaları zonklatacak pek çok yeni şeyler öğreneceksiniz
49 Yıldır yaşadağım Hollanda’da, çok sık olmasa da bazen Türklüğümü sorgulayanlar olmuştur.Ben ise bu sorgulamaya hiç karşılık vermemişimdir. ‘İt ürür, kervan yürür’ misali ama, kimseye de ‘İt’ yakıştırması yapmamışımdır.
Fotoğrafta, Türk bayrağı altında verdiğim bu poz ile Türk olduğumu dünyaya ilan ediyorum.
Her nekadar bana ve soyuma ‘Arap çocuğu, Arap uşağı, Fellah, Kızılbaş-Alevi’ diye horlama yapılmasına rağmen.
Türkiye’de çocukluğum ve gençliğimi içeren sadece 24 yıl yaşadım. Hollanda’da ise 49 yıl. Daha uzujn bir süre yaşadığım Hollanda’da, Hollanda tabiyetine geçtim ve ‘Hollandalı’ olmaya çalıştım ama, bunu beceremedim. Aslında becerebilirdim ama, Hollandalılar’ın bizleri daha başka türlü horlamaları nedeniyle bu beceriyi gösteremedim.
Bu satırlar ile nereye varmak istiyorum biliyor musunuz?
Aslında varmak istediğim birkaç konu var.
Birincisi ırkçılık konusu.
İkincisi, anavatan- babavatan konusu.
Üçüncüsü ‘Devlet Baba’ konusu…
Irkıçılık konusu:
Ülkemize göç eden miyonlarca Suriyeli mültecinin, mülteci kamplarından başka, tüm kentlerimizde içimize karışmış olmaları, bazılarını rahatsız etmektedir. Rahatsız olanlar haklıdırlar. Tıpkı, bizlerin 50 yıl önce Avrupa’ya göç edişimiz sırasında rahatsızlık duyan Avrupalılar’ın haklılığı gibi.
Biz, Avrupa’ya ekonomik zorunluluk nedeniyle göç etmiştik. Aslında, işgücüne ihtiyacı olan Avrupalılar bizleri oraya taşımışlardı. Onlar açısından taşıdıkları da iyi oldu. Zira biz, onların ekonomilerini ve endüstrilerini güçlendirmiştik. Bizim Avrupalılar’a böylesi bir yarar sağlamamız bile, Avrupalılar’ın bize ırkçılık yapmalarına mani olamamıştır.
Yararımızı bildikleri halde halkın büyük bir kesimi, politikacılar ve medya ırkçılık politikasını hala sürdürmektedir.
Doğrudur, biz, Avrupalılar’ın yaşam biçimlerini değiştirdik. Onlardan başka giyindik, onlardan başka yedik ve onlardan başka eğlendik. Onlardan çok çalıştığımız için mali yönden biz de güçlendik. İş sahibi olduk. Diploma sahibi olduk. Diplomalarımız ile köşe başlarına oturduk. İş becerimiz ile yüzbini aşkın işyeri kurduk.
Önce mescitlerimiz oldu. Sonra minareli camilerimiz. Dernekleşme yolunu seçtik, sonra da Federasyonlar altında toplandık. Siyasi ve dini seçeneklerimiz de oldu. Önceleri sadece ekmek peşindeydik. Sonraları dini ve siyasi inanç kavgasına da girdik.
Yaşam tarzımızda değişiklikler de oldu. Kiminin hoşuna gitti bu değişiklik, kiminin hoşuna gitmedi.
Avrupalılar’ın horlamaları yetmezmiş gibi, artık birbirimizi horlamaya başladık.
İşte bu durum dahi, her halükarda Avrupalılar’ın hoşuna gitmiyor.
Horlama işlemi de sürüyor.
Suriyeli mültecilere gelince: Bu insanlar, ekonomik göçe değil, siyasi göçe zorlanmışlardır. Hatta siyasi göçten de fazla, ölmemek, yaşamak için göç etmişlerdir. Devletimiz bu insanlar için en büyük insani görevi yerine getirmiştir. Peki ya halkımız? Buraya göç eden bu insanların iç dünyalarını görebilmişler midir? Çoluk çocuk milyonlarca insanın, sırf emperyalist güçlerin kurbanı oldukları hesaba katılmış mıdır?
Aramızda gezen Suriyeliler’den rahatsızlık duyup horlama sesleri çıkaranlar, bu insanların da yaşama hakları olduğunu hesaba katmışlar mıdır?
Sosyal medyada bu konuda pek çok reaksiyonlar görüyorum. Hatta afiş düzenleyenler bile var.
Bu afişli söylemlerde ırkçılık yatıyor.
Doğrudur, Suriyeli bizim gibi giyinmiyor, bizim gibi yemiyor ve bizim gibi yaşamıyor.
Tıpkı bizim Avrupa’ya ilk göç edenlerimiz gibi…
Doğruduır, biz Avrupalılar’a emek gücümüz ile fayda sağlıyorduk. Avruaplı da bizim değişik yaşam tarzımıza katlanmalıydı.
Ya Suriyeli ?
Biz Suriyeli’nin yaşam tarzına katlanmalı mıyız?
Evet, biz de Suriyeli’nin yaşam tarzına katlanmalıyız.
Zira, Suriyelileri göçe zorlayan emperyalist güçlere yardım eden bir devletimiz var.
Suriye’de Esat rejiminin mi, yoksa muhaliflerin mi haklı olup olmadıkları bizi hiç ilgilendirmemeliydi.
Her ülke gibi, Suriye de bu sorunu kendi içinde çözümlemeliydi.
Ama öyle olmadı. Emperyalist güçler öylesine kararlıydılar ki, ezeli düşman olan ABD ile Rusya bile bu konuda çıkar ortaklığı kurmuşlardır. Bırakın artık İsrail’i…
Ben şahsen, eşim ile son iki aymı geçirdiğim Mersin’de, Suriyeli manzaraları ile yaşıyorum. Pek çok şeye şahit oluyorum. Suriyeliler’in nasıl horlandıklarını görüyor ve üzülüyorum.
Tabii ki her toplumda olduğu gibi, Suriyeli toplumu içinde de çürük elmalar vardır. Ama bu çürük elmalar nedeniyle Suriyeliler’in tümünden nefret edilemez.
Mersin Esnaf ve Sanatkarlar Odası Birliği’nin açıklamasına göre, sadece Mersin’de 320 bin Suriyeli yaşıyor. Kentte tyam 700 Suriyeli işyeri açmış. Buna karşın 1.250 Türk işyerini kapatmak mecburiyetinde kalmış. Mersin sokakları Arapça işyeri levhaları ile Şam’ı andırıyormuş. Bu durum da pek çok insanı kızdırıyormuş.
Peki ne beklenmeliydi?
320 bin Suriyeli’nin yaşadığı bir kentte, 700 işyeri açan Suriyeli kendi vatandaşlarına hizmet edemeyecek mi? Göçmenliğin cilvesi değil mi bu?
Bugün Avrupa’da ve dünyanın dört bir yanında Türkler tarafından faaliyete sokulan yüzbinlerce işyeri yok mu? Avrupa kentlerindeki sokaklar Türk işyerleri ile dolu değil mi?
Bir zamanlar, Brüksel Belediyesi, dükkanlara Türk isimleri konulmasını yasaklamıştı. Tabelalarda Afyon Fırını, Emirdağ Bakkalı, Kayseri Kasabı gibi isimler kaldırılmıştı. O zaman çalıştığım Hürriyet Gazetesi adına Brüksel’e gittim ve Belediye Başkanı ile görüştüm. ‘Yaptığınız ırkçılık değil mi?’ diye sordum. Başkan yapılan yanlışı anladı ve Türkçe tabela yasağını kaldırdı.
Ne yani, şimdi biz Mersin’de, Adana’da, Urfa’da ve diğer kentlerimizde Arapça işyeri tabelalarını yasaklayalım mı?
Biz de, tıpkı Avrupalılar gibi, ülkelerinden adeta kovulmuş, ölümden dönmüş ve yaşamak için bize sığınmış insanları horlayalım mı?
Devlet Baba
Türkiye'mizde son yıllarda “Demokratik açılım” veya “Kürt açılımı” başlıklı bir konu tartışılmaktadır. Böyle bir tartışmaya “taraf” olarak katılma ihtiyacı hissetmiyorum. Ama, 49 yıldır yaşadığım demokrat Hollanda´da gördüğüm ve öğrendiğim bazı gerçekleri de yazarak, Türkiye´deki yöneticilerimize mesajlar vermek istedim.
Bizim “Anavatan” dediğimiz ülkemizi yönetenlere, nedense “baba” diyoruz.
Yani “Devlet baba”. Ne var ki, devletimizin bize babalık yaptığını hiç hissetmemişizdir.
Hollandalılar ülkelerine bizim gibi “Anavatan” demezler. “Babavatan” derler. Demek ki sonuçta bir yerde birleşiyoruz. Biz de babaya bel bağlıyoruz, Hollandalılar da…
Şimdi size “Devlet baba” olmanın güzel bir örneğini sunacağım.
Hollanda devleti, esareti altında olan Endonezya´ya 27 Aralık 1949´da bağımsızlıklarını verirken, orada kendilerini Endonezyalı´dan ayrı tutan Molukalılar, kendi bölgelerinde ayrı bir devlet olarak yaşamak istediklerini belirtmişler ve Hollanda´dan bu ayrımı yapmalarını istemişlerdi. Molukalılar zaten bir kanton bölgede yaşıyordular. Ne var ki,. Hollanda hükümeti o zaman Molukalılar´ın isteklerine kulak tıkamış ve Endonezya´yı bir bütün olarak kabul edip o zamanki Sukarno yöetimine bırakmıştı.
Kanton Molukalılar´ın Dışişleri Bakanı Chris Soumokil idi.(3 mayıs 1950´de Molukalılar´ın Cumhurbaşkanı oldu) J.A. Manusama ise Eğitim Bakanı idi. (2 ay sonra o da Savunma Bakanı oldu) Endonezya genelinde karmaşık ve bir iç savaş durumu vardı. 1951 yılında 4000 Molukalı askerin 12.500 kişilık aile grubu Hollanda’ya geçici olarak göç etmişti. Bu Molukalılar burada kurulan kamplardaki barakalarda yaşamaya başlamışlardı.
2 Aralık 1963´te Soumokil tutuklandı ve hapse atıldı.11 Mart 1966´da Sukarno´nun yerine Suharto Cumhurbaşkanı oldu. Bir ay sonra da, yani 12 Nisan 1966´da Molukalılar´ın Cumhurbaşkanı olan hapisteki Soumokil idam edildi. İşte ondan sonra Manusama Hollanda´da sürgünde Güney Moluka Devletini kurdu ve kendini Cumhurbaşkanı ilan etti.
Geçmişteki haklarını almak için Hollanda´dan talepte bulunan Güney Molukalılar, Hollanda hükümetinin bu konuda duyarsız davranması üzerine Hollanda´da terör eylemlerine başladılar. 2 Aralık 1975 günü, Groningen şehri ile Zwolle arasında çalışan bir yolcu trenini Wijster otlağının ortasında durduran genç Molukalı teröristler, Hollanda´yı tam 21 gün heyecan içinde bıraktılar. Bu arada bir ilkokul da bir grup Molukalı tarafından basılmış öğrenciler ile öğretmenler rehin alınmıştı.
Ben o zaman Hürriyet gazetesine ve TRT´ye çalışıyordum. Okuldakileri rehine tutanlara gönderilen yemeklerin içine ishal ilacı konmuştu. Yemeği yiyen herkes aşırı ishal olunca polis teröristleri yakalamayı başardı. Trendeki eylem sürdüğü için, ishal ilacı konusu gizli tutuldu. Hollanda medyası bu konuda tek satı bile yazmadı. Haliyle halkın da bundan haberi yoktu. Ben de bu ishal ilacı haberini almıştım. Eh, nasıl olsa burada kimse okumaz diye bu haberi Hürriyet´e verdim. Haber Hürriyet´te yayınlanınca, dünya medyası Hürriyet´i kaynak göstererek bu haberi yaydı.
Treni kaçıranlar silahlıydı. Yolculara bir zarar verilmemesi için büyük sabır gösteriliyordu. Ama eylemin 21´inci günü sabah erken saatlerde düzenlenen uçaklı, helikopterli ve zırhlı araçlı bir operasyonla teröristlerin beşi de öldürüldü.Hollanda halkı adeta bayram yapıyordu. Ama sonar ne oldu biliyor musunuz? O zaman Hollanda Başbakanı olan Joop Den Uyl sabah saat 09.00´da televizyon ekranlarından halka hitabetti. Ne dedi Den Uyl biliyor musunuz?
Sakın ha, aklınıza “Kanları yerde kalmaz” gibi laflar getirmeyin. Başbakan Den Uyl şöyle dedi: “21 gün süren bu eylem sonunda hükümetimiz mağlup olmuştur. Mağlup olmuştur, çünkü 5 evladımızı kaybettik. Bu eyleme kayıpsız son verebilseydik başarılı sayıırdık.”
İşte böyle sevgili okurlarım. “Devlet baba” dediğin, böyle konuşmalıydı. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Tam 10 yıl Molukalılar´dan ses çıkmadı. Ancak tam 10 yıl sonra 1975´te öldürülen o 5 genç mezarlarının başında bir grup tarafından anıldı. Yani devlet baba şefkati teröristleri ve yandaşlarını bu şekilde durdurmuş oldu..
“Bizim, yani Türkiye´nin başına musallat olan teröristler ile, Molukalı teröristler mukayese edilir mi” diye bir tartışma yapılabilir. Önemli olan genel yaklaşımdır Bizde maalesef böyle bir yaklaşım, vatan hainliği ile eşdeğer sayılabilir.
Tabii ki bireyler devleti temsil edemezler. Bireylerin yaptıkları yanlışlıklar devlete mal edilemez. Ama alın size başka bir örnek:
35 yıl kadar once Mersin´de tatil yapıyordum. Elinizin artığı bizim orada bir motel, plaj ve gazinomuz vardı. Gazinoda yemek yenirdi ve dans edilirdi. Bir Pazar matinesine Mersin Valisi ve Emniyet Müdürü eşleriyle gelmişlerdi. Deniz kenarında bir masada oturuyorduk. Program öncesi sahneye Nina adlı sevimli bir kız çıtı. Nina Mersin´in Hıristiyan eşrafından ünlü bir ailenin kızıydı. Nina bize şarkılar söyledi durdu. İtalyanca söyledi. İbranice söyledi ve hatta Yunanca söyledi. Ama Nina Arapça bir şarkıya başladığı zaman, masamızda bulunan Emniyet Müdürü Reşat Akkaya ( Sonra Ordu´ya Vali oldu) arkada duran polislere emir Verdi: “İndirin şu kızı sahneden, burası Arabistan mı?” diye bağrdı. O zaman ben müdahale ettim. “Ne oluyoruz yahu” dedim. “Kız İtalyanca söyledi, İbranice söyledi, Yunanca söyledi. Burası İtalya, İsrail ve Yunanistan olmadığı gibi Arabistan da olmaz” diye ekledim. O zaman Vali de beni destekler mahiyette baş sallayınca Nina sahneden indirilmedi.
İşte, Türkiye'mizde bireyler de olsa, bazı yöneticilerimizin yaklaşımı böyle. Böyle olunca da devlet baba ile evlatlarının arası açılıyor.
Anadolu topraklarında, devlet babayı temsil eden bazı bireylerin ne gibi çirkinlikler yaptığını yazan ve anlatan çok olmuştur. Ben isterseniz yine kısaca bir örnek vereyim.
Mersin´de İçişleri Bakanlığı mensuplarının yararlandığı tatil sitesi bizim motelin yanındadır. Yine 30 yıl önce bu tesise uğramıştım. Pek çok emekli vali ve kaymakam ile bir masada sohbet ediyorduk. Konu, doğuda yaşayan insanlarımıza yapıldığı iddia edilen ayrımcılıktı. İsmini veremeyeceğim bir vali şunları anlattı: “Doğu´da kaymakamlık yapıyordum. Bir gün pencereden dışarı baktığım zaman muhtarın jandarmalar tarafından götürülmekte olduğunu gördüm. Pencereyi açıp dışarı seslendim ve kendilerini Çağırdım. ´Hayırdır muhtar´ dedim. ´Hayırdır bey. Ben size kaç defa geldim sayın kaymakamım. Okul istedik ´Para yok´ dediniz. Çok şey istedik ´para yok´ dediniz. Benim evime geldiler,´Vergi borcun var´ dediler. Ben de ´para yok´ deyince beni hapse götürüyorlar.Koskoca devlette para yoksa bende nasıl para olsun sayın kaymakamım´ diyen muhtarı zor kurtardım.”
İşe bu da bir yaklaşım.
Gençliğimizde Mersin’de Türk Ocağı adlı bir kulübümüz vardı. Tabii ki futbol takımımız da…
Türk Ocağı kulübünü biz çalıştırıyorduk. Gençler buraya geliyor, kitap gazete okuyor, çay kahve içip evlerine dönüyorlardı. Birgün radyomuzdan Arapça bir şarkı sesi çıktı. O sırada oradan geçmekte olan tanıdığımız bir okul müdürü bağırmaya başladı: ‘Buranın adı Türk Ocağı, nedir bu Arap müzüği?’ diye bağırınca, ben o küçük yaşımla, ‘Öğretmenim, bir Türklüğü, Türk Ocağı ismini taşıyacak kadar beimsemişiz. Nedir sizin bu Arap düşmanlığınız?’ demiştim.
İşte bu da bir yaklaşım.
Irkçılık kötü bir yaklaşımdır. Vatandaşa sahip çıkamamak da kötü şeyler doğurur.
Orta yol bulunmadığı sürece sorunların çözümü de zorlaşır.
Vatanımıza, milletimize ve dünya insanlığına zarar vermeyecek eğilimlerde birleşme dileğiyle…
FACEBOOK YORUMLAR