Pısırık, konuşmaz, dalgın halim. Seni hatırlıyorum. Beynin oldukça karışık ve korkutucu. Kalabalık, çok kalabalık… Sahip oldukların, olmadıkların… . O kadar karışık ki, hala hakkında her şeyi bilmiyorum. Bir çelişme içinde olduğunu biliyorum, çelismeyi kabul et ve çelişkilerini azaltman gerektiğini de biliyor olmalısın. Öğle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanlar, tatsız ve acımasız. Bir gölge durumuna gelmişiz, sağır, kör, korku içinde… Fakirliğin de, zenginliğin de tipi değişiyor sürekli… Hemen hepsi, herkes kalabalıklaşıyor. Hani o meşhur soru var ya “ Yıldırım aynı yere iki kere düşermi ? ” Evet düşer…iki kere de düşer, üç kere, dört kere de düşer. Yağmurda dışarıya çıkmaya cesaretin olsun yeter. Unutma ki, aradığın her neyse; o da seni arıyor.
Seni ilgilendiren ve bir ara üstünde yazı yazdığın yaşantı içinde (saçma) dediler ve sen herșeye küstün. Kendine haksızlık ettin; neden? Saçmalık yalnızca bir çıkış noktası sayılabilir. Karşılıklı konuşma olmayan yerde yaşam da yoktur zaten. Saçma da olsa, yazdıklarının göbeğinde tükenmez bir umut parlıyor ki, o da bugün ovada, tepelerde bağıran güneştir. Unutmak istediğini unutabilmelisin. Sonra yı , önce yi. Bir ormanın kenarında, yeşilliklerin ortasında uyuyarak geçirmek gerek bazen. Dalgın, suskun, sinirli huysuzlukların arasında hiç olmazsa biraz dudaklarını oynatsana! Gülümse arada bir. Sırtında yük olarak taşıma kötü anıları ölünceye dek. Kötülük yapmamanın yolu varken iyilik yapmak aynı oranda artmıyor zaten. Oysa gönüle çevirdiğimizde kriteri biraz değişiyor tablo. Tutsak olduğunun farkında olmayan, kumandanın sahibi olduğumuzu zannettiğimiz bir mahsup olarak sürdüruyoruz yaşamımızı. Kendini oyalamanın yüz yılı bu. Rutin bir haz odağı arama hadisesi tarafından esir alındık. Tablo bu açıdan korkunç... Değişik bir yüzyılda yabancılık ve arayış hissini farklı tecrübe eden bir kitleyiz.. Aslında ne dediğimi bilmiyorum. Ben kırık dökük ayakta durmaya çalışırken, beni hırpaladığı icin teklifini reddediyorum. Ne dedigini bile duymadım oysa. Yorgun bir intikam benimkisi. Birbirimizi tehdit ediyoruz. Gerçekten Görüyor Muyuz?
Bir alıntı ile devam edeyim.
Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada şaşkın şaşkın gezindikten sonra yol kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa: Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yanıbaşındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler. Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra: Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde. Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez. Çocuk: Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten. İyi ama, demiş adam, bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malûm? Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik, manolyalar da katılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız. Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kağıt para çıkartıp teşekkür ederken farketmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini farkettiğini. Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken: Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş, görmeyi o kadar çok özledim ki. Sizinkiler sağlam öyle değil mi? Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:
– Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür.
Atalay Kızılay
FACEBOOK YORUMLAR