Merkel'in mülteci açmazı
Merkel’in koalisyon ortağı Seehofer’i memnun edecek adımları atması, AB düzlemindeki ortaklarını kaybetmesine yol açacak, bu adımları atmaması ise koalisyon ortağı CSU’yu ve başbakanlık koltuğunu kaybetmesi ihtimalini ortaya çıkaracak.
13 yıldır Almanya’da başbakanlık görevini yürüten Angela Merkel çok zor bir dönemden geçiyor. Geçen yıl yapılan seçimlerde, lideri olduğu Hıristiyan Birlik Partileri’nin yüzde 8,6’lık oy kaybının ardından hükümeti kurma konusunda yaşadığı sorunlar sırasında da Merkel’in iktidarı kaybedeceği çok konuşulmuştu. Ancak Yeşiller ve Liberallerle yapılan uzun koalisyon görüşmelerinin başarısız olmasının ardından seçimlerin yenilenmesi konuşulurken, son anda eski koalisyon ortağı SPD ikna edilerek yeniden koalisyona razı olmuş ve “büyük koalisyon” (grosse Koalition) ile Merkel’in başbakan olarak devam etmesinin yolu açılmıştı.
O dönemde Hıristiyan Birlik Partileri’nin büyük oy kaybına yol açarak Merkel’in başbakanlık koltuğunu sallayan sorunların başında gelen mülteci meselesi şimdi de Almanya’nın “demir leydisi” için ciddi bir baş ağrısı anlamına geliyor. Bu defa Birlik Partileri’nin Bavyeralı ortağı Hıristiyan Sosyal Birliği (CSU-Christlich Soziale Union) mülteci sorunu konusundaki görüş ayrılıkları yüzünden Merkel’in başında olduğu büyük ortağı Hıristiyan Demokrat Birliği (CDU-Christlich Demokratische Union) ile Federal Almanya’nın kuruluşundan beri yürüttüğü ortaklıktan ayrılmanın eşiğine geldi. Mülteci sorununun çözümü konusunda çok daha sert politika taraftarı olan CSU lideri ve İçişleri Bakanı Horst Seehofer, geçen hafta sonu Avrupa Birliği’nin mülteci zirvesi için Brüksel’e giden Merkel’e açık bir şekilde “bu zirveden tatmin edici bir sonuçla dönmezse, Almanya’nın bu meselede kendi yolunu çizeceği” mesajını verdi. Bu mesajı veren kişinin CDU’nun “ayrılmaz ortağı” CSU’nun lideri Seehofer olması ve zirve öncesinde bu iki kardeş parti arasında mülteci meselesine dair büyük tartışmaların yaşanması, Merkel’in üzerinde büyük bir baskıyla Brüksel’e gitmesine yol açmıştı.
AB ile CSU arasında sıkışan Merkel
Bir tarafta mülteci sorununun çözülmesi konusunda daha sert tedbirler alınmasını ancak bunu yaparken Almanya’nın fazla yük yüklenmemesini isteyen koalisyon ortağı, diğer yanda mülteci yükünün tamamen kendi sırtlarında olduğundan şikâyet edip Almanya gibi ülkelerin daha fazla ellerini taşın altına sokmasını isteyen İtalya ve Yunanistan gibi ülkeler, yine bir başka tarafta mülteci sorununda sadece sınır güvenliğini artırmayı savunup hiçbir şekilde yükü AB çatısı altında paylaşmaya yanaşmayan Visegrad ülkeleri (Macaristan, Polonya, Çekya ve Slovakya). Bu dönemde neredeyse bütün Avrupa ülkeleri mültecilerin Avrupa’dan uzak tutulmasına odaklandığı için, uluslararası hukuka göre gerçekten sığınma hakkı verilmesi gereken mültecilerin kabul edilmesini isteyen insan hakları savunucusu kesimlerin artık çok cılız çıkan seslerinin AB Zirvesi'nde Merkel üzerinde pek bir baskı oluşturmadığını da ifade etmek gerekir. Herkes mültecilerle “mücadeleye” odaklanmıştı ve bu konuda en fazla önem verdikleri konu kendi üzerlerindeki yükü ortadan kaldırmak ya da en azından hafifletmekti.
Merkel’in, koalisyon ortağı CSU’nun talebini yerine getirmemesi Almanya’daki koalisyonun, dolayısıyla kendi başbakanlığının sonunu getirme riski içerirken, AB içindeki ortaklarının taleplerini yerine getirmemesi ise AB’nin sonunu getirecek bir yolun açılması riskini barındırıyordu. Hem koalisyonu hem de Almanya’nın temel belirleyici ülke olduğu AB’nin bütünlüğünü korumak isteyen Merkel, Brüksel’deki zirveye çok zorlu bir görevle gitmiş oldu.
AB Zirvesinde ne oldu?
Zirveye dair ilk yorumlar Almanya Başbakanının bu zorlu görevi başarma konusunda önemli adımlar attığına işaret ediyordu. Mültecilerin Avrupa’ya ulaşmadan Kuzey Afrika ülkelerinde kurulacak merkezlerde toplanması ve iltica başvuruları sonuçlanana kadar buralarda tutulması bütün ülkelerin kabul edebileceği bir çözüm olarak görüldü. Bunun için gerekli finansmanın sağlanması konusunda AB üyelerinin çoğunun destek vermeye hazır olması da olumlu bir görüntü çiziyordu. Türkiye’ye Suriyeli mülteciler için verilmesi planlanan ikinci 3 milyar avroluk yardım paketini, kendi üzerindeki mülteci yükünün hafifletilmesi için bloke eden İtalya’nın bu blokajı kaldırması da işlerin iyiye gittiğinin işareti olarak yorumlanmıştı.
Ancak AB üyeleri arasındaki en büyük anlaşmazlık kaynağı olan, Dublin Anlaşması’ndaki “mültecilerin ilk ayak bastıkları AB ülkesinde kayıt altına alınması ve iltica başvuruları sonuçlanana kadar o ülkede kalması” konusunda yükselen itirazlar çözüme kavuşturulamadı. Almanya Başbakanı Merkel, koalisyon ortağı CSU’nun ısrar ettiği bu düzenlemenin uygulanması konusunda İspanya ve Yunanistan dahil birçok ülkeyi ikna etse de Vişegrad Ülkeleri ve İtalya’nın bu konudaki direnci sürdü. İtalya’da yakın zamanda gerçekleşen hükümet değişikliği sonucu aşırı sağcı bir iktidarın işbaşına gelmesi, Merkel’in işini en fazla zorlaştıran faktörlerin başında geldi. Zaten Macaristan ve Polonya gibi ülkelerin mülteciler konusundaki AB düzenlemelerine isyanıyla baş etmekte zorlanan Almanya Başbakanı şimdi çok daha büyük ölçekte bir AB ülkesi olan İtalya’dan gelen itirazlarla uğraşmak durumunda kaldı.
AB düzleminde mülteci sorununa kesin çözüm bulamadan eve dönen Merkel, koalisyon ortağı CSU’nun lideri Seehofer’in sert muhalefetine maruz kaldı. Merkel’in 2015 yılındaki mülteci krizi sırasında uyguladığı “açık kapı” politikasını da sert bir şekilde eleştiren ve Almanya’ya yeni mülteci gelmesinin mutlaka engellenmesi gerektiğini savunan Seehofer, bu çerçevede bir yandan Almanya’ya ulaşan mültecilerin ilk kayıt altına alındıkları AB ülkelerine gönderilmesini diğer yandan AB’nin dış sınırlarının alınacak yeni güvenlik tedbirleriyle daha da iyi korunmasını istiyordu.
CSU neden Merkel’e baskı yapıyor?
CSU’nun Hıristiyan Birlik Partileri içerisinde mülteciler konusunda büyük kardeş CDU’ya göre neden daha sert bir çizgiye sahip olduğunu anlamak için, bu partinin geçmişteki efsane lideri Franz Joseph Strauss’un “CSU’nun daha sağında meşru bir siyasi parti olmamalı” sözünü hatırlamak yeterli olacaktır. Sadece milliyetçi seçmen oranının yüksek olduğu Bavyera eyaletinde seçime giren CSU’nun, mülteci sorununun çözümü konusunda yaşanan başarısızlıkları fırsata dönüştürüp Alman Federal Meclisi’ne üçüncü parti olarak giren yabancı ve mülteci karşıtı AfD (Alternative für Deutschland-Almanya için Alternatif) partisinin yükselişi karşısında çok ciddi bir endişesi söz konusudur. Bu yılın ekim ayında yapılacak seçimlerde AfD’ye kaybedeceği oylarla Bavyera eyaletindeki tek parti hükümeti kuracak üstünlüğü de kaybetmekten korkan CSU’nun bu endişesinin haklı olduğunu 2017 yılında yapılan federal seçimlerde AfD’nin Almanya genelinde aldığı oya (yüzde 12,6) benzer bir oy oranına Bavyera’da da (yüzde 12,4) sahip olması gösteriyor. Bu seçimlerde 1953’ten beri gerek federal meclis (yüzde 6,2) gerekse Bavyera eyalet meclisinde (yüzde 38,8) en düşük oy oranına gerileyen CSU, Strauss’un sözünü gerçeğe dönüştürüp “kendisinin daha sağında legal bir partinin yaşamasına imkan verecek” şartları ortadan kaldırmak istiyor. Bunun için de AfD’nin değirmenine su taşıyan mülteci karşıtlığı deresini kendi değirmenine çevirmeye çalışıyor. Strauss’un sözünü mülteci meselesi üzerinden yorumladığımızda CSU’nun şimdiki pozisyonunu “mülteci karşıtlığı konusunda CSU’nun daha sağında meşru bir parti olamaz” şeklinde ifade etmek gerekir.
CSU’nun bu şekilde mülteci karşıtlığına sürüklenen politikası, mülteciler konusunda AB düzlemindeki ortaklarıyla kabul edilebilir bir çözüm arayışı içerisindeki Merkel’in işini zorlaştırıyor. Kendisini AfD’nin baskısı altında gören Seehofer’in Merkel’e yönelik baskısını istifaya kadar götürüp koalisyon hükümetinin dağılmasına yol açabilecek olması, meseleyi Merkel açısından daha da zorlaştırıyor. Zira CDU/CSU ve SPD’den oluşan koalisyon hükümetinin, 709 sandalyeli Alman Federal Meclisi’nde 399 sandalyesi bulunuyor ve CSU’nun sahip olduğu 46 milletvekilinin koalisyondan çekilmesi durumunda hükümetin çoğunluğu kaybetmesi söz konusu olacaktır.
Merkel koltuğunu koruyabilecek mi?
Bu durumda Merkel’in koalisyon ortağı Seehofer’i memnun edecek adımları atması, AB düzlemindeki ortaklarını kaybetmesine yol açacak, bu adımları atmaması ise koalisyon ortağı CSU’yu ve başbakanlık koltuğunu kaybetmesi ihtimalini ortaya çıkaracaktır. Seehofer’in istifasına dair haberler bu ihtimalin oldukça kuvvetli olduğunu gösteriyor. Bu arada CSU’nun koalisyondan ayrılması durumunda Merkel’in yeni bir ortakla hükümeti devam ettirebileceğini de ifade etmek gerekir. Mülteci meselesinde çok daha ılımlı bir çizgisi olan Yeşiller’in sahip olduğu 67 milletvekili ile CDU ve SPD ile bir koalisyona istekli olacağını ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Bu seçenek mülteci meselesinde Merkel’in elini AB düzleminde rahatlatacak olsa da kardeş partisi CSU ile yolları ayırmayı göze alması da çok zor olacaktır. Zira CSU’nun Bavyera’daki CDU kolu olarak bilindiği düşünülürse, bu partinin CDU liderliğindeki bir koalisyonun dışında kalması, Alman siyasal sisteminde çok ciddi bir dönüşüm anlamına gelecektir. Bu şekilde koalisyon dışına itilen CSU’nun, Almanya’nın kuruluşundan beri CDU ile kurduğu ortaklığı sona erdirip bütün ülke genelinde CDU’ya rakip parti olarak örgütlenme yoluna gitmesi riskini Merkel almak istese bile CDU’nun diğer pek çok etkili ismi böyle bir riske yanaşmak istemeyecektir.
Daha 2015 yılındaki büyük mülteci dalgası ortaya çıktığında Almanya Başbakanı Merkel’in bu krizi atlatamayacağı, gerek Avrupa düzleminde gerekse kendi ülkesindeki farklı görüşlerdeki kesimler arasında uzlaşıyı sağlama konusunda başarısız olup başbakanlık koltuğunu kaybedebileceğine dair yorumlar yapılmıştı. Ancak Türkiye ile kapsamlı bir mülteci anlaşması yaparak, Avrupa’ya Ege ve Balkanlar’dan yönelen mülteci dalgasını büyük ölçüde azaltmayı başaran Merkel, bundan sonra bir de seçim atlatarak zayıflayarak da olsa seçimler sonrasında kurulan yeni koalisyon hükümetiyle başbakanlığını sürdürebilmişti. Fakat Ege’den Akdeniz’e yönelen mülteci dalgası Avrupa için sorun olmayı sürdürdü ve bu sorunu çözme konusunda da Almanya’nın, hem mültecilerin en fazla ulaşmayı istedikleri ülke hem de AB’nin lideri olarak sorumluluğu diğer ülkelere göre daha fazla oldu. Bu defa Almanya Başbakanı Merkel’in bu sorumluluğun altında kalma ihtimalinin geçen yıllara göre daha yüksek olduğu konuşuluyor.
FACEBOOK YORUMLAR