Brexit Birleşik Krallık'ın temellerini sarsıyor
Brexit adımı ile eski ihtişamlı günlerine döneceklerini uman Britanyalıların, hiç beklemedikleri sonuçlar ile karşılaşacakları kesin.
Büyük Britanya’nın eski Başbakanı Winston Churchill İkinci Dünya Savaşından hemen sonra, 1946 yılında, Zürich Üniversitesi’ndeki bir konferansta Avrupalılara seslenerek Avrupa Birleşik Devletlerinin kurulmasını gerektiğini ifade etmişti. Şayet birleşme gerçekleşebilirse Avrupa devletlerinin ekonomik kalkınması oldukça kolay bir şekilde mümkün olabilecekti.
Churchill, Avrupa devletlerinin bu şekilde hareket etmesi gerektiğini ifade ederken, Büyük Britanyaegemenliğindeki İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda için aynı görüşleri paylaşmıyordu. Avrupa Birleşik Devletleri, Kıta Avrupasındaki devletlerce oluşturulmalıydı. Churchill’in, Birleşik Krallık’ı bu oluşumda görmemesinin sebebi ise Birleşik Krallığın İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) üyesi olmasıydı. İngiliz Milletler Topluluğu'nda, kurulduğu yıllarda olduğu gibi günümüzde de üye devletler arasında yakın ticari ilişkiler bulunmakta. Bu yakın ticari ilişkiler o dönemde Birleşik Krallık için Avrupa’da oluşacak bir birleşmeden daha cazipti. Bundan dolayıdır ki Winston Churchill, 1946 yılındaki ifadesi ile sadece Kıta Avrupası ülkelerini kastetmekteydi. Birleşik Krallık’ın ekonomik olarak Kıta Avrupası’ndaki bir devletler birliğine ihtiyacı yoktu, kendi hinterlandı olan İngiliz Milletler Topluluğu onlar için daha büyük bir pazardı.
Avrupa Kömür Çelik Teşkilatı
İşaret edilen sebeplerden dolayı Birleşik Krallık, 1951 yılında Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg arasında kurulan ve Avrupa Birliği’ne giden yolun başlangıcı sayılan Avrupa Kömür Çelik Teşkilatı’na (AKÇT) üye olmadı. Üye devletler arasında kömür ve çelik sektörlerindeki işbirliğini artırmak amacıyla kurulan AKÇT’nin en büyük özelliği ise o zamana kadar dünyada başka örneği görülmemiş olan üye devletlerin egemenliklerinden bir bölümünü oluşturmuş oldukları bu teşkilata devretmiş olmalarıydı.
Birleşik Krallık AKÇT’ye üye olmamasına rağmen, Winston Churchill hariçten fikrini belirtmeye devam etti. Churchill, Kıta Avrupası’ndaki bu yeni oluşumun Amerika Birleşik Devletleri ile sıkı iş birliği içerisinde olması ve ABD’nin de Avrupa’da aktif rol alması gerektiğini ifade ederken, Avrupa’nın ABD ile yakın iş birliğinin sadece ekonomik ve siyasi alanla sınırlı kalmayıp askeri alanda da geliştirilmesi gerektiğini dile getiriyordu. ABD’ye Churchill tarafından öngürülen bu rol, ileride Avrupa Ekonomik Topluluğu’na tam üyelik başvurusu yapıldığında Fransa tarafından veto edilmesine yol açacaktı. Dönemin Fransa Başkanı Charles de Gaulle, Büyük Britanya’yı bir “truva atı” gibi görmekte ve ABD’nin bu devlet üzerinden Avrupa’daki emellerini gerçekleştirmeye çalışacağı endişesini taşımaktaydı.
AKÇT başarılı olunca teşkilatı kuran altı devlet bu iş birliğinin sadece kömür ve çelik alanı ile sınırlı kalmayıp genel ekonomik iş birliğine dönüştürülmesi için 1957 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) kurdular. AET’ye üye devletler arasındaki ekonomik iş birliğinin ülke ekonomilerine olumlu yansıması, daha evvel Kıta Avrupası’ndaki oluşuma dahil olmak istemeyen Birleşik Krallık’ın dikkatini çekmişti. Birleşik Krallık’ın AET devletleri ile yaptığı ticaretin hacmi Commonwealth ülkeleri ile yapılan ticaretin hacmini de aşınca, AET’ye 1961 yılında tam üyelik başvuruşu gerçekleştirildi. Fakat Fransa işaret edilen sebeplerden dolayı veto hakkını kullanarak Birleşik Krallık’ın AET’ye üyeliğini engelledi. Aradan birkaç yıl geçmişti ki Birleşik Krallık 1967 yılında ikinci kez AET’ye tam üyelik için başvurdu fakat yine aynı şekilde De Gaulle hükümeti tarafından üyeliği engellendi.
Fransa’da 1968 yılında sokak olayları ile De Gaulle hükümeti uzun süre protesto edilince hükümet dayanamayıp istifa etmek zorunda kaldı. Muhafazakar Charles De Gaulle’den sonra iktidara gelen gelen Sosyalist Georges Pompidou, Büyük Britanya’nın üyeliği konusunda farklı bir görüşe sahipti. Dönemin Birleşik Krallık Başbakanı Heath ve Fransa Cumhurbaşkanı Pompidou, Paris’te 1971 yılında düzenledikleri basın toplantısında Birleşik Krallık'ın AET’ye üyeliğine karşı olmadıklarını açıklayınca üyelik yolu açılmış oldu. Birleşik Krallık Parlamentosu’nda uzun süren tartışmalar ve muhalefete rağmen yapılan oylamada AET yönünde karar çıktı. Bunun üzerine 22 Ocak 1972 yılında Brüksel’de üyelik antlaşması imzalandı ama patlak veren petrol krizi, Birleşik Krallık’ta AET’ye olan teveccühün azalmasına ve 1974 yılında yapılan genel seçimde iktidar değişikliğine sebep oldu. Seçim kampanyası süresince AET ile tekrar pazarlık masasına oturacağını ve sonuçlarını referanduma götüreceğini taahhüt eden İşçi Partisi Genel Başkanı Wilson'dan, başbakan olunca seçim vaadini yerine getirmesi beklendi. Bunun üzerine 5 Haziran 1975 yılında ülke tarihinde ilk kez bir halk oylaması gerçekleştirildi.
Halk oylamasının sonucunu olumlu yönde etkileyebilmek için dönemin Almanya Başbakanı Helmut Schmidt, Londra’ya seyahat ederek seçmenleri üyelik için ikna etmeye çalıştı. Muhafazakar partide liderlik rolünü yeni üstlenmiş olan Margeret Thatcher da bir Avrupa taraftarı olarak üyelik yönünde çalışmalarda bulundu. Thatcher, yayınlanan hatıratında, aslında üyelikle Birleşik Krallık’ın egemenliğini kaybedeceğini idrak edemediğini pişmanlıkla ifade etmiştir.
Halk oylamasında Britanyalı seçmenlerin yüzde 67,2’si üyelik yönünde, yüzde 32.8 ise karşı oy kullanmıştır. Başbakan Wilson’ın ifadesi ile 14 yıl süren ulusal tartışma halk oylaması ile son buldu.
Birleşik Krallık'ın İngiltere ile sancılı ilişkisi
Birleşik Krallık, o zamanki adı ile AET’ye üye olmuştu ama topluluk ile arasındaki pazarlıklar devam etmekteydi. Margeret Thatcher başbakanlığındaki muhafazakar hükümet, Birleşik Krallık’ın topluluk bütçesine maddi katkısını çok bulduğu için indirime gidilmesini istiyordu. Nihayet 25 ve 26 Haziran 1984 yılında yapılan Fontainebleau Zirvesi’nde Birleşik Krallık’ın beklentileri doğrultusunda karar alınarak AET bütçesine katkısında yüzde 66 indirime gidildi. AET karşısında elde edilen bu başarının mimarı, dönemin başbakanı Margeret Thatcher, tarihe geçecek olan “I want my money back (paramı geri istiyorum)” sloganını da Fontainebleau Zirvesi’nden önce dile getirmişti. Birleşik Krallık’ın elde etmiş olduğu taviz “Britanya indirimi” olarak tarihe geçti.
Birleşik Krallık ile Avrupa Birliği arasındaki diğer bir sorun ise 1990’lı yıllarda Britanya Adaları’ndaki ineklerde ortaya çıkmış olan Deli Dana (BSE) hastalığıdır. Avrupa Birliği, bulaşıcı olan Deli Dana Hastalığı’nın Britanya adalarından Kıta Avrupası’na yayılmasını önlemek için Birleşik Krallık’tan kırmızı et ithalini yasaklamak zorunda kaldı. Bu yasak Birleşik Krallık kamuoyunda birlik hakkındaki olumsuz görüşün artmasına sebep oldu.
Birleşik Krallık vatandaşlarının başından beri Avrupa’ya karşı şüpheci bakışı Avrupa Birliği’nin ortak para birimi olan avroya geçişte de kendini gösterdi. Ortak para birimi tartışmalarının yoğun olduğu 1990’lı yıllarda Birleşik Krallık kamuoyunun sadece 3'te biri olası bir ortak para birimini desteklemeye hazır olduğunu belirtiyordu. Avrupa Birliği’ne karşı şüpheci bakış, Tony Blair’ın son yıllarında da kendini göstermeye devam etti. Blair, birlik hakkında halk oylaması yapacağını açıklamak zorunda kalsa da siyasi ömrü, vaadini yerine getirmek için yeterli olmadı.
Başbakan David Cameron, 23 Ocak 2013 yılında yapmış olduğu bir açıklamada, bir sonraki genel seçimi kazandığı taktirde AB ile yeniden pazarlık masasına oturacağını ve üyelikle ilgili de halk oylamasına gideceği vaadinde bulunmuştu. David Cameron, Mayıs 2015’teki genel seçimlerden galip çıkınca da vaadini yerine getirmek için 23 Haziran 2016’da halk oylamasına gidileceğini duyurdu. Brexit olarak tarihe geçen bu halk oylamasının sonucuna göre oy kullananların yüzde 52’si AB’den ayrılmaktan yana olunca Başbakan David Cameron istifa ettiğini açıkladı.
Özlenen imparatorluk ihtişamı
Birleşik Krallık ve Avrupa Birliği ilişkileri, başından bu yana sürekli değişkenlik gösterdi. Kıta Avrupası devletleri arasındaki entegrasyonun sadece ekonomik değil aynı zamanda sosyal ve siyasi boyutu mevcut iken Birleşik Krallık, Avrupa’da oluşan bu birliğin öncelikli olarak ekonomik ve ortak pazar boyutunu cazibeli buldu. Avrupa’daki birliğin sadece ekonomik ve ortak pazar boyutuyla ilgilenen Britanya iktidarları, Büyük Britanya’nın Avrupa politikasını ülkelerinin ulusal çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye çalıştılar. Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’ne dahil olduktan sonraki kontrollü şüpheci duruşunun sebebi, ülkenin üye olduktan sonra beklenen ekonomik kalkınmanın gerçekleşmemiş olması ile açıklanabilir. Birleşik Krallık hükümetleri, ülkenin ekonomik kalkınma beklentileri doğrultusunda olabilecek birlik içerisindeki bütün ekonomik entegrasyon görüşmelerine aktif bir şekilde dahil oldu ve kararların alınmasına katkıda bulundu. Avrupa Birliği’nin ortak pazar kararının temel taşı kabul edilen Avrupa Tek Senedi’nin (1986) gerçekleşmesini aktif bir şekilde destekleyen Britanyalılar, Avrupa Sosyal Şartı’na ortak pazarın liberal ekonomik anlayışının ruhuna aykırı olduğu gerekçesi ile karşı çıktılar.
Avrupa Birliği’nin temel değerlerinden olan sermayenin, malların, işgücünün ve hizmetlerin serbest dolaşımı gibi özgürlükler aynı zamanda da Britanyalıların ekonomik anlayışları ile örtüşürken, ortak para politikası gibi egemenlik haklarının devri söz konusu olduğunda Britanyalılar her zaman tedirgin oldu.
Mart 2019’da gerçekleşmesi beklenen Brexit’in sadece ekonomik değil siyasi bakımdan da son derece ciddi sonuçlar doğuracağı kesin. Avrupa Birliği, Birleşik Krallık kamuoyu tarafından genelde bir ortak pazar ve gümrük birliği olarak algılanırken, AB’nin Kıta Avrupası için yeni bir siyasi sistem olduğu olgusu dikkatlerden kaçmadı. Brexit görüşmelerinde öncelikli olarak ekonomi değil, oluşmakta olan bu yeni siyasi sistem bahse konu edildi. Britanyalıların almış olduğu bu karar, 21. yüzyılda Avrupa’nın düzenini şekillendirebilecek özelliğe de sahip.
Avrupa Birliği’nden ayrılma yönünde kampanya yürütenlerin büyük çoğunluğunun en önemli ortak beklentisi, Birleşik Krallık’ın AB’ye devrettiklerini düşündükleri siyasi egemenliğini tekrar kazanmasıydı. Siyasi egemenliği ise Birleşik Krallık’ın bugünü ve geleceği üzerinden değil, 19. yüzyıldaki büyük ve güçlü Britanya İmparatorluğu üzerinden tanımlamaktaydılar. Brexit oylamasında alınan karar ile Britanyalılar ülkelerinin geçmiş ihtişamı yönünde karar kılarken, aynı zamanda Kıta Avrupası’nın bugünü ve geleceğine karşı da karar vermiş oldular.
Brexit propaganda sürecinin en çarpıcı ifadelerinden birini Muhafazakar Parti mensubu, eski Londra Belediye Başkanı ve eski Dışişleri Bakanı Boris Johnson kullanmıştı. Johnson, Avrupa Birliği’ni Hitler döneminin Almanyası ve Napolyon döneminin Fransası ile kıyaslayarak süper devlet olma amacı güttüklerini iddia etmiş ve Brexit’in gerçekleşmesi ile de şimdi kendi imparatorluk dönemi ihtişamına işaret etmişti.
Britanyalılar atmış oldukları Brexit adımı ile eski ihtişamlı günlerine döneceklerini umarken hiç beklenmedik sonuçlar ile karşılaşacakları kesin. Brexit halk oylamasında, İskoçya’da genel sonucun aksine, seçmenlerin sadece yüzde 38’i AB’den ayrılma yönünde oy kullandı. Kuzey İrlanda’da çıkan sonuç da benzer olunca tekrar eski ihtişamlı günlerine dönebileceğini düşünen Britanyalılar, artık krallıklarının dağılması ihtimali ile karşı karşıyalar. Birleşik Krallık seçmenleri, Brexit oylamasındaki oyları ile sadece Avrupa Birliği’nin geleceğine karşı çıkmakla kalmayıp aynı zamanda bir bakıma Birleşik Krallık’ın da dağılmasının temelini atmış oldular.
[Yüksek lisans ve doktora eğitimini Viyana Üniversitesi'nde siyaset bilimi alanında tamamlayan Dr. Mehmet Soytürk, Karadeniz Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır]
FACEBOOK YORUMLAR