Batı medyasında Türkiye karşıtlığının siyasi kökenleri
Türkiye’nin Batı karşısındaki hiyerarşiyi reddeden arayışına yönelik tepki, kuşkusuz en açık şekilde medya bağlamında görünür olmaktadır.
Gazete, televizyon, internet siteleri ve dergi haberleri incelendiğinde Türkiye’nin yakın çekimden Batı medyasının kapsama alanında olduğu görülüyor. Türkiye karşıtı yayınların yoğun şekilde işlenmesiyse giderek bir alışkanlık haline dönüşmüş durumda. Bu türden yayınlar ana hatlarıyla dört kaynaktan hareket edilerek toparlanmakta ve içeriğe dönüştürülmektedir. Kaynaklardan birincisi BBC, AP, Reuters ve AFP gibi küresel ölçekte yayın yapan haber ajanslarının Türkiye’den aktardığı haberlerden oluşmaktadır. Haber ajanslarından alınan haberler, ana akım medyanın dışında yerel medyada mesela ABD’de veya Almanya’da bir yerel gazetede çarpıtılmış bir haber olarak karşımıza çıkabilmektedir.
İkincisi küresel bir networke sahip olan CNN, Spiegel, Fox, The Economist, Newsweek, Financial Times, New York Times ve Washington Post gibi küreselleşmiş medya organlarının Türkiye’de çalışan muhabirlerinin hazırladığı haber, görüntü, fotoğraf ve yorumlarından oluşmaktadır. Üçüncüsü ise özellikle son yıllarda gözle görülür şekilde artış yaşayan ve kamuoyunun ilgisini daha fazla çekmeye başlamış olan yabancı medyanın Türkiye’de doğrudan Türkçe olarak yayın yapan kuruluşlarını kapsamaktadır. BBC Türkçe, Amerika’nın Sesi ve Deutsche Welle gibi kuruluşlar burada ilk akla gelenler. Rusya’nın sahibi olduğu Sputnik ve Çin’in sahibi olduğu CRI Türk yayın organları da son yıllarda Türkiye gazetecilik piyasasına girmiş ve onlar da dönemsel özelliklere göre niteliği değişen yayınları ile öne çıkmaya başlamıştır. Dördüncüsü ve genellikle daha az tercih edileni ise doğrudan Türk medyasına başvurularak yapılan haberlerden oluşmaktadır.
Türkiye söz konusu olduğunda Batı kamuoyunun bilgi edinme aracı olarak öne çıkan dört yapıyı belirttikten sonra Türkiye konulu haberlerin büyük ölçüde nasıl sunulduğunu irdelemekte fayda var. Tam olarak bu kontekste 1970’li yıllarda dolaşıma sokulan Gündem Belirleme Kuramının özündeki “medya ne düşüneceğinize karar veremeyebilir. Fakat bir konu hakkında nasıl düşünmeniz gerektiği konusunda sizi yönlendirir” yaklaşımının meselenin bam teline dokunduğunu vurgulayalım. Çünkü haberde içerik, üretilen bir şeydir ve onun eşik bekçileri tarafından kamuoyuna hangi bağlamda ve nasıl bir çerçeve ile sunulduğu okuyucunun ve izleyicinin düşünme biçiminin yönünü tayin eder.
Batı medyasının Türkiye konulu haberlerinde genellikle Türkiye ile Batı arasında tarihsel arka planı bulunan siyasi bagajlara gönderme yapacak şekilde bir söylemin tercih edilmesi hem gündem belirleme çabasıyla kamuoyunun düşünce biçimini yönlendirmeyi hedeflemekte hem de Batı medyasının güç merkezleri ile olan bağımlılık veya sözcülük ilişkisine örnek oluşturmaktadır.
Oryantalizmin Kavramları
Geleneksel anlamda Türkiye karşıtı olduğu bilinen daha sağ ve muhafazakar yayınların dışında liberal ve demokrat olarak bilinen yayın organları bile işbirliği içinde aynı pencereden Türkiye’ye bakmaya başlamış durumdalar.
Arada bir objektif içerik üretimi yapılıyor olsa da bütünsel bakıldığında eleştiri sınırlarını zorlayacak şekilde negatif bir tutumun varlığı hemen hissedilmektedir. Gazete, dergi, internet sitesi ve televizyonların yer aldığı gündelik ve anlık yayınlar incelendiğinde bu yaklaşım biçiminin süreklilik kazandığı görülmektedir. Basın tarihçileri Batı’da kurgulanan bu türden haberlerin geçmişini 1860-1870’li yıllara kadar geriye götürmekle birlikte son dönemde yoğunlaşan haberlerin ana omurgasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yer aldığı görülmektedir. Bu türden haber ve yorumlara ilk elden bakıldığında Erdoğan “bazen diktatör, bazen otoriter ve bazen çıldırmış” türünden oryantalizmin kavram silsilesi ve politik müktesebatı dâhilinde ele alınmaktadır. The Economist’in 2013 yılında “Sultan veya Diktatör” manşetiyle Erdoğan’ı kapağa taşıması ve sonrasında tüm Batı medyasında bunun bir furya olarak devam ettirilmesi, gündelik olan ile tarihsel olan arasında kurulan ilişkiyi göstermesi açısından önemlidir. Ayrıca basın tarihçilerinin çizdiği rota, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar takip edildiğinde, Batı medyasının çıkarlarını tehlikede gördüğü süreçlerde bir günah keçisi bularak çeşitli bahanelerle Türkiye karşıtı pozisyonda mevzilendiğini göstermektedir. Bu tarihi akış içerisinde Batı medyası için isimler ve onlara isnat edilen eleştirinin niteliği değişmiş fakat aslında Türkiye’nin hedef alındığı gerçeği değişmemiştir.
PKK, FETÖ ve Osmanlı vurgusu
Son dönemde Batı medyasında yer alan Türkiye karşıtı içeriklerin omurgasını belirleyen üç temel konu var: Birincisi Türkiye’nin bölünmesi için çalışan PKK-PYD-YPG terörüyle mücadelenin ısrarla “Kürtlerle çatışma” şeklinde çerçevelenerek sunulmasıdır. Bunun sadece bir kavram kargaşası olduğunu düşünmek meseleyi basite indirgemek olur. Aynı ifadenin ısrarlı bir şekilde pek çok yayın organı tarafından kullanılması bu konu üzerinden belirli bir ajandanın varlığına işaret etmektedir. Türkiye’nin terör örgütü PKK ile Kürtler arasında ayrım yapılması konusundaki hassasiyetine rağmen bu söylemin tekrar edilmesi, Batı medyasının değişmeyen bir yaklaşımı olarak varlığını korumaktadır.
İkincisi 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra görünür olan yaklaşımdır. FETÖ üyelerinin gerçekleştirdiği askeri darbe girişiminin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısı ile meydanları dolduran milli irade tarafından püskürtülmesi, Batı kamuoyunda irrasyonel bir şekilde karşılanmış ve neredeyse “darbeyi neden devirdiniz” hissiyatında yayınlara neden olmuştu. Devamında ise bir taraftan FETÖ elebaşı Gülen’i aklayacak yayınlar yapılmış, darbeye direnen milyonların direnişi itibarsızlaştırılmaya çalışılmış ve eş zamanlı olarak FETÖ üyelerine yönelik operasyonlar demokratik değerlere yönelik yapılıyormuş gibi (aslında tam olarak anti demokratik) bir söylem üretilerek küresel piyasaları esir alacak şekilde çoğaltılmaya çalışılmıştı. Bu bağlamda hem ABD yönetiminin hem de Avrupa ülkelerinin yaklaşımları medya ile büyük ölçüde örtüşmektedir. Yani Batı medyası ile siyasetçileri arasında bir eşzamanlılık söz konusudur.
Üçüncüsü Türkiye’nin bölgesel açılımlarını ve daha muhkem bir ülke inşa etme çabalarını mahkûm edecek bir söylemin dolaşıma sokulmasıdır. Türkiye siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda Ortadoğu’ya, Afrika’ya veya Balkanlar’a yöneldiğinde Batı medyasında yer alan içeriklerde mesele bir şekilde Osmanlı devleti dönemi ile ilişkilendirilerek yönlendirme yapılmaktadır. Türkiye terör örgütleri DEAŞ ve PKK-PYD’ye karşı kuzey Suriye’de Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtlarını yaptığı dönemlerde de aynı söylem farklı bir bağlamda güncellenmektedir. Türkiye’nin Osmanlı’nın egemenliğindeki bölgelere dönme konusunda çaba içinde olduğu türünden kışkırtıcı bir dil kullanılmaktadır. Üç durumda da aslında dolaylı olarak Türkiye’nin gerek ekonomik ilişkilerini geliştirmek için gerekse sınırlarını korumak için uyguladığı sert ve yumuşak politikaların önü kesilmek istenmekte ve Türkiye’nin Batı dışındaki politika seçenekleri esir alınmak istenmektedir.
Türkiye’nin bu türden medya baskısını dikkate almadığı ve kendi çıkarları doğrultusunda adımlarını attığı ise bir gerçektir. Batı medyasının böylesine önyargılı bir tonda yayınlarına devam etmesinin arkasında ise bu politikaların değiştirilmemiş olması yatıyor. Kuşkusuz Türkiye’nin özgüven sahibi bir ülke olarak kendi tezlerini anlatma, politikalarını uygulama konusundaki iradesi karşısında Batı medyası üç bağlamda bu karşıtlığını dışa vurmaktadır. Bu üç bağlamdan ilki olan ekonomik gerekçeleri daha önce irdelemiştik. Bu metinde ise siyasi gerekçelere odaklanılmaktadır. Daha sonra ise üçüncü maddede yer alan dini nedenler bağlamında bir analiz ile batı medyasında artık bir saplantı haline gelmiş olan Türkiye karşıtlığının arka planına ışık tutulması amaçlanmaktadır.
Siyasi nedenler
Batı medyasının veya bir bütün olarak Batının Türkiye karşıtlığının normatif bir tutum olduğu düşünülmemelidir. Dost-düşman ayrışması üzerinden belirlenen siyaset, spesifik olarak ise uluslararası siyaset alanında siyasi aktörlerin karşıtlarına dair ahlaki (iyi-kötü), hukuki (doğru-yanlış) ve hatta estetik (güzel-çirkin) yargılarda bulunması doğaldır. Düşman özünde bizden olmayanı, bizim dışımızda ve karşımızda olanı niteler. Dolayısıyla düşman kötü, çirkin, zararlı ya da aklını kaçırmış olmak zorunda değildir. Ancak düşmanın ayrı bir iradeyi temsil ettiğinin ortaya konabilmesi ve dostların mobilize edilebilmesi için bir şekilde ahlaken, hukuken ya da estetik açıdan aşağıda olduğu veya tehdit unsuru olduğu vurgulanmak zorundadır. Sıralanan bu gayrisiyasi iddialar, ayrışmanın içerik kazanarak ve yoğunlaşarak belirginleşmesine hizmet eder. Siyaset ahlak, hukuk, estetik ya da ekonomi gibi kendisine içerik sağlayan ikincil sektörlerin kategorilerini kullanarak hareket eder (bu alanlardaki tezlerini medya üzerinden kamuoyuna paylaşır) ancak tüm bu sektörlerin ötesinde ve üzerinde yer alır. O halde Türkiye’ye karşı ahlaki, hukuki ve hatta tıbbi-psikolojik (akıl sahibi olan-olmayan) kategorileri kullanarak eleştiri getiren Batı’nın Türkiye karşıtlığının, özünde siyasi olduğunu belirtmek gerekir. Medya tam olarak bu havza içerisinde su taşıyıcı ana yataklarından birini oluşturmaktadır.
Bu karşıtlığın altında Türkiye’nin özellikle son dönemde Batı ile olan ilişkilerini siyasileştirmesi yer almaktadır. Batı-Türkiye ilişkilerinin uzunca bir süre bir alt-üst ilişkisi görünümünde olduğunu, yani iki eşit aktör arasında olmaktan uzak bir görüntü çizdiğini iddia etmek abartı olmaz. İlişkilerin siyasileşmesinden kasıt, Batılı kimliğin ve iradenin tahakkümüne girerek otonomisini yitiren Türkiye’nin yeniden iradesine sahip çıkması ve böylece Batı’dan ayrışarak hiyerarşiyi reddetmesidir. Yaşanmakta olan bu ayrışmayla, bir zamanlar Batılı kimlikte bir araya gelen siyasi iradelerin birlikteliği sonlanmış, ortaya iki otonom ve eşit yapı çıkmış ve haliyle yeniden ilişkiler dost-düşman zeminine yerleşmeye başlamıştır. Batı’nın artan şekilde Türkiye’ye karşı kullandığı terbiye edici ve üstenci dil bir yandan yaşanmakta olan eşitlenmeyi ve ayrışmayı durdurmak ve geri çevirmeye yönelikken, diğer yandan ise bu tablo karşısındaki çaresizliği ve tepkiselliği yansıtmaktadır.
Otonomlaşmanın üç aşaması
Türkiye kendisine geldikçe Batı’yla ayrışmakta ve bu da zaman zaman sertlik kazanan sürtüşmelere sebep olmaktadır. Bu noktada bir devletin otonomlaşması nasıl gerçekleşir sorusu etrafında meseleyi biraz açmak gerekir. Burada üç aşamadan bahsedilebilir. İlk aşama, devletin iç siyasi alanının kontrolünü tamamıyla eline alması, iç siyasete dair kritik konularda son sözü söyleyecek noktaya gelmesi ve kendi kararlarını kendisinin almaya başlamasıdır. Bunun için en temelde devletin toplumsal meşruiyetinin güçlü olması, yani ülkeyi yönetenler ile yönetilenler arasındaki bağın sağlam olması gerekmektedir. Devlet-millet bağının sağlamlığı bu iki unsur arasındaki etkileşimi sağlayan kanalın yani siyaset kurumunun alanının genişlemesine bağlıdır. Devlet ile millet arasında mesafe diğer devletler tarafından kolaylıkla manipüle edilerek kararlara nüfuz etmelerinin yolunu açabilir. Başta Suudi Arabistan olmak üzere Ortadoğu’da birçok otoriter rejimin dışarıya bağımlılığının başlıca nedeni budur.
Türkiye’de 2000’li yıllarda yaşanan demokratikleşme süreci bu durumu değiştirmeye yönelikti. Siyaset kurumu üzerindeki bürokratik vesayet baskısı azaltılarak ve siyasetin belirleyiciliği artırılarak devletin toplumsal meşruiyeti ileri bir noktaya çekildi. Cumhurbaşkanlığı sisteminin tesis edilmesiyle zirve noktasına ulaşan kurumsal dönüşüm, bu noktada özellikle zikredilmelidir. Devletin toplumsal taleplere kulak vermesi ve buna uygun politikalar geliştirmesi devlet-millet bütünlüğünü sağladı. Bu bağlamda toplumun çoğunluğunu oluşturan muhafazakâr-dindarlar üzerindeki baskılar kaldırıldı ve yine demokratik açılımlar süreciyle çeşitli toplumsal gruplar siyasi düzene entegre edilmeye çalışıldı.
Ancak iç siyasetteki bu demokratikleşme ve otonomlaşma çabaları bir noktadan sonra Batılı medya ve siyasi aktörler tarafından sabote edilmeye çalışıldı. İç muhalefet ve bazı toplumsal gruplar yönlendirilerek bu demokratikleşme ve otonomlaşma süreci baltalanmak istendi. Mayıs 2013’te Gezi ile laik kesimler kışkırtıldı. 6-8 Ekim (2014) olaylarından Temmuz 2015’teki “hendek siyaseti”ne yayılan bir süreçte ise Kürt sosyolojisi etki altına alınmaya çalışıldı. 17-25 Aralık (2013) yargı darbe girişimiyle başlayıp 15 Temmuz başarısız darbe girişimiyle ivme kazanan FETÖ’yle mücadele süreci engellenmek istendi. Tüm bu kriz anları ülkede demokratikleşmenin kökleşmesi sayesinde belli maliyetler üretse de kazasız bir şekilde atlatıldı.
Otonomlaşma mücadelesinde ikinci aşamayı dış politika oluşturmaktadır. Bir devlet dış politika kararlarını ne ölçüde kendisi verebiliyorsa o kadar otonom demektir. Bu da kendi bölgesel ve uluslararası sistemin güç dengesindeki konumu tarafından belirlenir. Bölgesel hegemonyadan bağımlı bir devlet olmaya uzanan skaladaki pozisyonu, devletin otonomisini ortaya koyar. Diğerlerinin kendi düşünsel yapısını ve eylemlerini etkilemesinin önüne geçen ve diğer devletleri kendi etrafında toplayan devlet, en yüksek otonomiye sahip devlettir.
Türkiye, içerideki demokratikleşme sürecine paralel olarak bölgesindeki devletler ve toplumlar nazarındaki meşruiyetini ve etkinliğini artırmaya yönelik adımlar attı. İçeride kendi kimliğiyle barıştıkça ve kendisine geldikçe, bölgesiyle de daha sağlıklı ilişkiler kurmaya başladı. Bölgesiyle zihinsel olarak barıştı. Dış politikada uzunca bir süre devam ettirdiği bölgesel izolasyonist ve yabancılaşma yaklaşımını terk ederek bölge ülkeleri ve toplumlarıyla beraberliği ön plana çıkaran bir yaklaşım geliştirdi.
Ancak Türkiye’nin Arap Baharı sürecinde zirve noktasına ulaşan dış politikada kendi bölgesiyle barışma ve nüfuz alanını genişletme stratejisi, doğal olarak Batı’nın ve bölgedeki statüko güçlerinin tepkisini çekti. Statüko güçleri Türkiye’nin bölgeye dönmesini kendilerine bir tehdit olarak algıladılar. Bu tehdit algılaması hem siyasi-askeri bir boyuta hem de ideolojik-kurumsal bir boyuta sahipti. Siyasi-askeri boyutta Türkiye’nin güçlenmesinin güç dağılımını değiştirerek kendilerini zayıflatacağını düşünürken, ideolojik-kurumsal boyutta ise Türkiye’nin kendi içinde yaşadığı demokratik dönüşümün otoriter bir doğaya sahip kendi iç siyasi düzenlerini sarsacağının endişesini yaşadılar.
Batı açısından ise, Türkiye’nin bölgesine dönmesi bölgede Batılı güçlerin hareket alanını daraltması ve uluslararası siyaset düzleminde ise uzun süreçte küresel güç dengesini bozma potansiyeli nedeniyle istenmeyen bir durumdu. Bu sebeple Türkiye’nin bölgeye dönüşünün önüne geçmek için YPG-PKK’ya silah sağlamaktan siyasi ve diplomatik kol kanat germeye varan bir siyaseti benimsediler. Bölgede İsrail-BAE-Mısır-Suudi Arabistan’dan oluşan statükocu otoriter rejimleri bir blok haline getirip Türkiye’ye karşı cepheleştirmeye çalıştılar. DEAŞ üzerinden Türkiye’yi şiddet sarmalına sokmak ve hareket alanını daraltmak için çabaladılar. Ve son olarak, neo-Osmanlıcı tezlerle bölge halklarını Türkiye’ye karşı milliyetçilik üzerinden kışkırtmaya varan girişimlerde bulundular. Tüm bu süreçlerde Batı medyası bir Truva atı işlevi gördü ve siyasi aktörlerin politikaları, medyada sınırsız destek buldu. Türkiye karşıtı kampanyalar, organize bir şekilde devreye sokuldu. Türkiye ise Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Operasyonları ve İdlib mutabakatı ile bu çevreleme siyasetini zayıflattı. Ancak dış politikada daha fazla otonomi sağlamak adına bölgede elde etmek istediği nüfuzu ve liderlik pozisyonunu tam anlamıyla gerçekleştiremedi.
Otonomlaşma mücadelesinin üçüncü ve nihai aşamasını uluslararası siyaset oluşturur. Bu boyutta devletler tüm sistemi içine alacak şekilde güç dengesini kendi lehine çevirmenin peşinde olur. Büyük güç statüsü elde etmek, çok-kutuplu bir sistemi çift-kutuplu ya da tercihen tek-kutuplu bir sisteme dönüştürme mücadelesi verir. Küresel hegemonya peşinde koşar. Küresel iktidardan en fazla payı alarak en tepeye yerleşmeye çalışır. Böylece diğer devletlerin düşünce yapılarını ve eylemlerini kontrol etmeye ve şekillendirmeye çalışır. Sonuçta iktidar mücadelesinde tepeye yaklaştıkça daha otonom, aşağıya doğru indikçe daha az otonom ve bağımlı bir devlet haline gelir. Coğrafyadan yer altı kaynaklarına, nüfusa ve askeri kapasiteye; milli kültür ve toplumsal moral-motivasyondan diplomasiye ve yönetim tekniğine birçok unsur devletlerin birbiriyle etkileşim halinde otonomilerini yükseltir ya da azaltır.
Türkiye’nin uluslararası siyaset alanında otonomisinin istenen ölçüde olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Türkiye günümüzde büyük güç statüsü elde etme mücadelesi vermektedir. Türk dış politikasının bu strateji etrafında şekillendiğini söyleyebiliriz. Kendi sabit ve değişken kaynakları ve tarihi olarak büyük güç rolüne olan aşinalığı ülkeye bu anlamda büyük bir potansiyel sunmaktadır. Zaten Batı medyasında sair zamanlarda çıkan yorumlarda da Türkiye’nin tarihi birikiminden dolayı büyük güç olabilme kapasitesine vurgu yapılmakta ve buradan hareketle kurgular oluşturulmaktadır. Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üye olarak yer almak istemesi, ısrarla sürdürülen “dünya beşten büyüktür” siyaseti ve küresel bir mesele olan Kudüs konusundaki hassasiyetlerini çok açık bir şekilde dile getirmesi büyük güç potansiyelini ortaya koymaktadır. Tam da bu sebeple Batılı medya organları ve siyasetinde Türkiye’ye yönelik öne sürülen endişeler, özellikle “Sultan,” “Saray,” “Halife” ve “imparatorluk” gibi ifadeleri barındıran karalama kampanyaları ve siyasi çıkışlar bu durumu gözler önüne sermektedir. Türkiye’nin uzun süreçte küresel iktidardan pay almak isteyeceğini düşünmekte ve bunun önünü almak adına otonomlaşma sürecindeki önceki aşamalar olan ülkenin iç ve bölgesel otonomi arayışını baltalamaya çalışmaktadırlar.
Burada üç aşamada vurgulanan Türkiye’nin Batı karşısındaki hiyerarşiyi reddeden arayışına yönelik tepki kuşkusuz en açık şekilde medya bağlamında görünür olmaktadır. Medyanın kamuoyunun şekillendirilmesindeki güçlü etkisi bilindiği için onun mesajı taşıyıcı, dağıtıcı, yönlendirici ve çerçeveleme özellikleri olabildiğince kullanılmak istenmektedir. İç ve dış haber kaynakları kullanılarak erişilen içerikler, gazeteciliğin temel ilkelerinden ziyade Batıyı merkeze yerleştirerek siyasi çıkarlara ve tarihsel arka plana uyumlu şekilde dışarıya servis edilmektedir.
Batı medyasındaki Türkiye karşıtı yayınların artması ve sertleşmesi ile Türkiye’nin muhatapları karşısında hiyerarşiyi reddeden yeni bir düzen arayışının kesişmesi şaşırtıcı değildir. Bu bağlamda Türkiye’nin otonomlaşmasını tamamlaması Batı medyasındaki önyargılı haberlerin ve yorumların normalleşebilmesi için en iyi seçen olarak görünmektedir.
[İstanbul Medipol Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi olan Doç. Dr. Yusuf Özkır Kriter dergisinin yayın koordinatörüdür]
[İbn Haldun Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesi olan Ali Aslan, aynı zamanda SETA Vakfı Toplum ve Medya direktörlüğünde araştırmacıdır]
FACEBOOK YORUMLAR