Avrupa'dan mülteci sorununa yeni 'çözüm': Tecrit adası
Mültecilere yönelik katı yasal düzenlemeleri nedeniyle eleştirilen Danimarka yönetiminin, son olarak, mültecileri bir adada toplayıp tecrit etme kararı alması, Avrupa'nın bu soruna yaklaşımındaki çarpıklığın yeni bir örneği.
“Göçmenler Danimarka’da istenmiyor ve bunu hissedecekler.” şeklinde açıklama yapan Danimarka Göç, Entegrasyon ve İskan Bakanı Inger Støjberg, sığınma talebi reddedilen, ülkelerine geri gönderilemeyen ya da belirli suçlara karışıp geri gönderim için bekleyenleri Lindholm adasında toplayacaklarını belirtti. Koalisyon üyesi partiler ve hükümeti dışarıdan destekleyen aşırı sağcı Danimarka Halk Partisi tarafından 2019 yılı bütçe görüşmeleri esnasında alınan bu karar, Avrupa basınında yankı uyandırırken, birçok insan hakları örgütü ve uluslararası kuruluşlar tarafından endişeyle karşılandı. Baltık Denizi’nde yer alan Lindholm adasının en yakın kıyıya uzaklığı 3 kilometre ve adaya ulaşım feribotlar aracılığıyla gerçekleştiriliyor. 115 milyon dolarlık bir bütçe ayrılan adanın 2021 yılında tam kapasite ile faaliyete geçmesi planlanıyor. Avustralya’nın düzensiz göçmenleri Nauru'da toplamasını hatırlatan karar, Avrupa Birliği (AB) için ise bir ilk anlamına geliyor.
Avrupa Birliği göç ve sınır yönetiminde Danimarka
1983 tarihli Sığınma ve Göç Kanunu ile takdir toplayan Danimarka, 1990'lara gelindiğinde Gayri Safi Milli Hasılası’nın yüzde birini dış yardımlara ayırması sebebiyle örnek ülke konumuna gelmişti. Ancak Soğuk Savaş sonrası değişen dış politika öncelikleri ve artan kitlesel hareketler, çoğu ülkede olduğu gibi Danimarka’da da ulusal çıkarları önceleyen bir yaklaşımın habercisi oldu. Sığınma ve göç konusunda Avrupa Birliği’ne tam yetki devri yapmaktan geri duran Danimarka, sığınmacıların üçüncü ülkelerden geliyor olması sebebiyle sığınma başvurusunu reddeden ilk ülkelerden biri oldu. Bugün Avrupa Birliği ile Türkiye arasında yapılan Geri Kabul Anlaşması’nın da temelinde yatan bu yaklaşım, 2000 öncesi dönemde ‘Danimarka Şartı’ olarak adlandırılıyordu. Bu bağlamda, düzensiz göçmenleri ve vatansızları sınır dışı etmenin en etkili yöntemlerinden biri olarak tanımlanan Geri Kabul Anlaşmalarının süreç takibini yaptığımızda, Danimarka’dan izler bulmak kolay olacaktır.
Halihazırda 35 bine yakın mültecinin yaşadığı Danimarka sınırlarına ulaşan sığınmacıların oranında, 2016 ve 2017 yıllarında büyük düşüş görüldü. Bahsi geçen azalmanın sebebi ise 2015 sonrası göçmen karşıtı bir ajanda ile yapılan yasal düzenlemeler ve uygulamalar. 2015 yılının eylül ayında Lübnan gazetelerine verdiği reklamlarla mültecilere yapılan sosyal yardımda yüzde elli kesinti yapıldığını duyuran Danimarka yönetimi, sığınma başvurusu reddedilenler için özel geri gönderim merkezleri kurmaya başladığını ve sığınmacıların Danimarka’dan en kısa sürede sınır dışı edilmesini sağlayacak yasal tedbirlerin alınacağını bildirdi.
2016 yılına gelindiğinde ise Danimarkalı siyasetçilerin bir dönem sıkça kullandığı “entegrasyon” kavramının pratikte “asimilasyon” ve “ötekileştirme” olarak karşılık bulduğu söylenebilir. Şubat ayında belli miktarın üzerinde para ve manevi değeri olmayan ziynet eşyalarına polis tarafından el konulmasının önünü açan düzenleme yürürlüğe girdi. Mücevher Kanunu olarak adlandırılan düzenleme geçici ikamet izninin süresini kısaltırken, kalıcı ikamet izni şartlarını da zorlaştırdı. Kanunun fikir sahiplerinden olan Inger Støjberg’in sıkılaştırılmış göç kontrolleri sonrası sosyal medyadan sevincini paylaşması ise 2017 yılında birçok insan hakları örgütü ve aktivistlerce sert bir dille eleştirildi. Yine 2016 yılında Başbakan Lars Løkke Rasmussen, 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin yenilenmesi ve mültecilerin transit ülkelere geri gönderilmesi teklifini yaparak, göçmen karşıtı ajandasının AB genelinde yaygınlaşması için adımlar attı. Mayıs 2018’e gelindiğinde ise Danimarka, Fransa, Hollanda ve Belçika gibi ülkelerin ardından kamusal alanda çarşaf giymeyi ya da yüzü kapatmayı (peçe vb.) yasakladı.
Danimarka’da sığınmacı ya da mülteci statüsüne sahip kişilerin neredeyse tamamı gettolarda yaşıyor. Ülke genelinde bulunan 25 gettoda yaşayanlar, Başbakan Rasmussen ve hükümet tarafından 'paralel toplumlar' olarak adlandırılıyor. Bu bölgelerin Danimarka haritasındaki kara delikler olduğunu belirten Rasmussen, gettolarda gördüğü şeyi algılamakta güçlük çektiğinin de altını çizdi. Bu bağlamda “Getto Planı” ya da “Gettosuz 2030” vizyonu olarak adlandırabileceğimiz hükümet girişimi ile Mart 2018’de parlamentoya bir dizi yasa tasarısı sunuldu. 22 maddelik paketin kasım ayında onaylanmasının ardından Danimarka, AB üye ülkeleri arasında göçmen karşıtı politikaların en yoğun olarak uygulandığı ülkelerden biri haline geldi. 1 yaşından itibaren düzensiz göçmen çocuklarını özel eğitime tutan Danimarka, Danimarka’ya özgü değerlerin öğrenimini zorunlu kıldı. Ayrıca getto bölgelerinde işlenen suçlar için mahkemelerde normal bölgelerde işlenen bir suçun cezasının iki mislinin verilmesi, çocuğunu okuldan alıp ülkelerine geri yollayan ailelere de 4 yıla kadar hapis cezası verilmesi gibi kısıtlayıcı ve anti-demokratik uygulamalar yürürlüğe konuldu.
Her ne kadar Danimarka’da yaşanan güncel gelişmeler ışığında bir değerlendirme yapılıyorsa da kıta genelindeki bir eğilimi de gözden kaçırmamak gerekiyor. Danimarka’da yaşananlar, kıta Avrupasında meydana gelen olaylar silsilesinin yalnızca bir ayağını teşkil ediyor. Bu noktada sorulması gereken soru “Danimarka neden böyle bir politika izliyor?” değil, “Danimarka’nın politikaları makro seviyede neyi temsil ediyor?” olmalıdır. Başta Macaristan ve Sırbistan olmak üzere, birçok Avrupa ülkesinde domino etkisi oluşturan kısıtlayıcı ve anti-demokratik uygulamalar, göçmen karşıtı aşırı sağ partilerin yükselmesine zemin sağlamanın ötesinde, AB’nin sacayaklarından birini oluşturan sınır ve göç yönetiminin kabuk değiştirmesine yol açtı. Avrupa'nın göç yönetimindeki paradigma değişimini anlamak ve bu sürecin AB üye ülkeleri ile AB kurumları üzerindeki etkisini incelemek büyük önem arz ediyor.
Göçün güvenlikleştirilmesi ve dışsallaştırılması
1990 Schengen Anlaşması ile iç sınırları kaldıran AB, ortak dış sınır ve vize uygulamasını başlattı. 1999 yılında Tampere’de düzenlenen AB Konseyi sonrası ilk defa oluşturulan ortak göç ve sığınma politikasını 2004 yılında kurulan FRONTEX (Avrupa Sınır ve Sahil Güvenlik Ajansı’nın) takip etti. Sıcak nokta yaklaşımı ile 2015 sonrasında yoğunlaşan sınır faaliyetleri, 2016 yılında FRONTEX’in yeniden yapılandırılmasıyla göç yönetiminde yeni bir yaklaşımın uygulamaya koyulmasına imkan sağladı. Görev ve yetki alanı alan genişleyen FRONTEX bünyesindeki sınır muhafızlarının, üçüncü ülkelerde görev yapmasının zemini hazırlanırken, AB üye ülkeleri ile kaynak ülkeler arasındaki güç asimetrisi de derinleştirildi. AB bu sayede yük paylaşımı temelli yaklaşımdan sorumluluk devrini temel alan bir yaklaşıma geçiş yaptı. Ancak göç yönetimindeki sorumluluğu FRONTEX aracılığıyla üçüncü ülkelere devretmek, yasa dışı göç akımlarını engelleme amacının ötesinde temel insan haklarının gözetilmemesi sonucunu doğuruyor. İnsan hakları temelli paradigmayı yıkan AB üyesi ülkeler, caydırıcılık paradigmasını sisteme adapte etti, bu bağlamda göçü önce güvenlikleştiren ardından dışsallaştıran politikaların önünü açtı.
AB sınır ve göç politikalarını eş merkezli daireler modeli ile açıklamak mümkün. İç içe geçmiş üç daire etrafında şekillenen bu model, merkezde üye devletleri, ikinci çemberde AB uyum yasalarını geçirmekte olan aday ülkeleri, en dışta ise transit ülkeleri konumlandırıyor. İç içe geçmiş bu yapı, en dışta transit ülkelerin olması sebebiyle, AB sınır yönetiminin Schengen Bölgesi’nin dışında, transit ülkelerde yeniden şekillendiğini gösteriyor. Öte yandan bu kategorilerde yer almayan üçüncü ülkeler ise (göçe kaynak ülkeleri burada ele alabiliriz) çemberlerin dışında görülüyor. Sınır yönetimini dışsallaştıran bu yaklaşım, insani ve hukuki sorumlulukları da üçüncü ülkelere devrediyor. Yük paylaşımı yerine sorumluluk devri üzerinden şekillenen bu yaklaşım, “insan hakları şampiyonu”(!) Avrupalı imajı ile Avrupalı olmayan öteki arasındaki ayrımı da korumaya hizmet ediyor.
Her ne kadar göçün AB sınırları dışında engellenmesine yönelik bu tarz politikalar izlense de, halihazırda Avrupa’ya göç etmiş olanlar problemi(!) de üye ülkeler için devam ediyor. Bu noktada AB ortak göç ve sığınma politikasının aksine, kendi ulusal politikalarını belirleyen devletler, düzensiz göç yönetiminde iç siyasete bağlı yaklaşımlar geliştiriyor. Danimarka’nın son dönemde aldığı karar da, AB üye ülkelerinin kendi politikalarını üretmesi noktasında önemli örneklerden biri. Danimarka’nın Lindholm adası özelinde başlattığı süreç, AB göç ve sınır yönetimindeki değişimin bir parçası. Bu bağlamda AB’nin göçü dışsallaştırma pratiğini mikro seviyede uygulamaya sokan Danimarka, AB’nin işlevselliğini yeniden düşünmeyi ve üye ülkelerin demokratik standartlarında yeni tanımlamalar yapılması gerekliliğini de ortaya koyuyor. Aslında düzensiz göçmenlerin ıssız bir adada toplanması, Danimarka’da yükselen göçmen karşıtlığı üzerinden açıklanacak basit bir olayı değil, AB ve üye ülkelerin varoluşsal bir problemini resmetmektedir. AB geneline yayılan bu tarz politikalar örgütün kendisini var ettiği felsefenin ve değerlerin yok olduğunu, hiçe sayıldığını göstermektedir.
AB değerlerinden uzaklaşıyor
Mülteci krizi sonrası AB üye devletleri arasındaki yatay ilişkinin korunması, üye devletler ve AB kurumları ile üçüncü ülkeler arasında inşa edilen dikey ilişkilerin güvenlikleştirilmesine bağlı olarak görüldü. Ancak güvenlik perspektifli yaklaşımlar AB üye devletleri arasında politika farklılaşmalarına yol açarken, AB içerisinde kurumsal prosedürlerin, politika çıktılarının ve aktörlerin uyumlulaştırılması giderek daha zor bir hal aldı. AB kurumlarının ve mekanizmaların işlerliğini kaybettiği, kurumsal harmonizasyonun sağlanamadığı bu süreçte, üye ülkelerin bütünüyle rasyonel kararlar alamadığı da aşikâr. Sınır güvenliğine yönelik yukarıda bahsedilen ve görece homojen denilebilecek politikalar zarar görmüş, sınırları kontrol etme konusunda üye ülkelerin kendi kapasiteleri ön plana çıkmaya başlamış ve sınır güvenliğine yönelik işbirliği kanalları yalnızca üçüncü ve transit ülkelerden gelen göç akımları söz konusu olduğunda açık tutulmaya başlanmıştır.
Gerek AB içerisindeki yatay uyum mekanizmaları gerekse üye ülkeler ile üçüncü ülkeler arasında kurulan dikey uyum mekanizmaları boyut değiştirmiştir. 2015 ve sonrasında süregelen sığınma hareketleri, üye ülkelerin sosyo-ekonomik çıkarları arasındaki kayda değer farkı ortaya çıkardığı gibi, AB müktesebatına karşı bir ilişkiler ağı da meydana getirmektedir. Sığınmacıların iç siyasi amaçlar için araçsallaştırılması, neo-liberal göç politikalarının uygulanmasını sağlayacak ortak aklın oluşmasını da engellemektedir. Sürecin analizi yapıldığında, üye ülkelerin demokrasi açığı verdiği, AB kurucu norm ve değerlerinden uzaklaştığı ve giderek kısıtlayıcı politikalar uygulamaya başladığı açıkça görülmektedir.
[Suriye iç savaşı, Suriyeli muhalif gruplar, göç ve Suriyeli sığınmacılar alanlarında çalışan Enes Ayaşlı, Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü'nde (ORMER) araştırmacı olarak görev yapmaktadır]
FACEBOOK YORUMLAR