Avrupa'da yaşanan mülteci krizi değil insanlık krizi
Macaristan'da 2 Ekim’de yapılan ve en çok da AB tarafından eleştirilen referandum teknik anlamda başarısızlıkla sonuçlansa da, sürecin ve ortaya çıkan yüzde 98'lik destek oranının göz ardı edilmesi mümkün değil.
Macaristan'da 2 Ekim’de yapılan ve en çok da AB tarafından eleştirilen referandum teknik anlamda - geçerli olması için gerekli olan yüzde 50 oranını bulamayıp yüzde 43’lerde kaldığı için - başarısızlıkla sonuçlansa da, sürecin ve ortaya çıkan yüzde 98'lik destek oranının göz ardı edilmesi mümkün değil.
Popülist ve korkuya-endişeye dayalı söylemleri ile AB’nin ciddi bir sorunu haline gelen Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın öncülük ettiği referandumda, 2004'ten bu yana AB üyesi olan Macar halkına oldukça provakatif bir soru yöneltilmişti: "Avrupa Birliği'nin, Ulusal Meclisin bile onayı alınmadan Macaristan vatandaşı olmayan kişileri Macaristan'a yerleştirmesine karar vermesini istiyor musunuz?" Bu soru Yunanistan ve İtalya’ya ulaşan 160 bin mültecinin 28 AB üye ülkesine, ülkelerin nüfus ve gelişmişlik durumuna göre dağıtılmasına yönelik AB İçişleri Bakanları Konseyi’nde alınan kararı yok sayan bir itiraz. Aslında bu itirazın, AB üyesi olmayı ve AB’nin karar alma süreçlerini kabul etmiş bir ülke tarafından yapılması başlı başına şaşırtıcı. AB artık her kararını oy birliği ile değil, nitelikli oy ile alıyor. Macaristan bu karara karşı çıksa da AB üyesi olarak AB’nin kurallarına göre alınmış bir karar söz konusuydu.
Bin 294 mülteci için koparılan fırtına
Daha da şaşırtıcı olan, Macaristan’a verilmesi planlanan mülteci sayısının sadece bin 294 olmasına rağmen koparılan fırtına. Aslında Macaristan tabii ki buradaki tavırla bir sonraki hamleleri engellemeye çalışıyor. Ama netice itibarıyla 10 milyonluk, öyle ya da böyle dünyanın en zengin bölgelerinden birisinde, kişi başına milli geliri 13 bin avro civarında, AB üyesi bir ülkenin bin 294 kişiyi almaya itirazından söz ediliyorsa, burada bir gariplik olduğu açık. Bu garipliğin sadece Macaristan ile sınırlı olmadığı da biliniyor. AB, kısa bir süre önce yaşadığı Yunanistan mali krizinden çok daha ciddisini mülteciler ile birlikte yaşamaya başladı. Brexit'e de yol açan en önemli faktörlerden birisi olan mülteciler krizi, AB’nin 2014'ten bu yana yaşadığı ve kendi içinde ne mali, ne insani dayanışmayı sağlayabildiği bir kriz. Dolayısıyla sorun nasıl gelişti ve nereye gidiyor, buna bakarsak, Macaristan’da olanları da daha iyi açıklayabilir ve geleceğe yönelik projeksiyon yapabiliriz.
DAEŞ sonrası Batı'nın Suriye krizine yaklaşımı
II. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın yaşadığı en büyük insanlık dramı Suriye’de yaşanıyor. Mart 2011’de 22 milyonluk Suriye’de başlayan rejim karşıtı gösterilere Suriye rejiminin sert müdahalesi ile kısa zamanda acımasız bir iç savaşa dönüşen kriz, yüzbinlerce insanın ölümüne, milyonlarcasının yaralanmasına ve ülkenin yarısından fazlasının evini terk etmesine neden oldu.
2011'in 22 milyonluk Suriye’sinden en az dörtte bir oranında bir kesim, yani 5,5 milyon Suriyeli ülkesini terk etti. Pek çok bölgesel ve küresel aktörün vekiller savaşına dönüşen Suriye’deki iç savaş, DAEŞ’in devreye girmesi ile büsbütün karmaşıklaştı. DAEŞ, hem krizi derinleştirdi hem de kısa zamanda krizin Batılı ülkeler tarafından okunuşunu değiştirdi. DAEŞ sonrasında, Suriye’de yaşanan kriz ve savaş karşısında Avrupa’nın bütün öncelikleri değişti. Bu değişimin en açık tezahürleri ise İslamofobik yaklaşımlar ve Suriye rejimine yönelik tavır.
Suriyelilerin harap olan ülkelerinde yaşadıkları 6. yılına giren büyük dram ne kadar dert ediliyor bilinmez, ama dünya kamuoyu, gelinen aşamada Suriye ile değil, ülkeden kaçmak zorunda kalan Suriyelilerin ne kadarının kendisine geleceği endişesi ile meşgul. Sorunun temelindeki aktörleri es geçip, DAEŞ’i önceliklerin başına koyan Batı dünyasında, ikinci öncelik “mümkün olan en az sayıdaki mülteci almak” oldu. Bunun adına da “mülteci krizi” denildi. Oysa Macaristan’da da hepimiz bir kez daha gördük ki, yaşanan mülteci değil, insanlık krizi!
“Suriye sınırınızı açın, ama Batı sınırınızı sıkı sıkı kapatın!”
Nisan 2011’den itibaren ülkelerinden kaçmak zorunda kalan Suriyelilerin sayısı 5,5 milyonu aşarken, bu süreçte en büyük yük, Suriye’ye komşu ülkelere bindi; Batılı kurumların tavrı ise bambaşkaydı: Kıt kaynakları ile milyonlarca Suriyeliye ev sahipliği yapmaya çalışan ülkelere insan hakları alanındaki eksiklikleri göstermek, en fazla da “aman açık kapı politikası devam etsin” demek. Aynı tavsiyenin ikinci bölümü şöyleydi: “Suriye sınırınızı açın, ama Batı sınırınızı sıkı sıkı kapatın!” 2015 sonrasında mülteciler Akdenizi aşarak Avrupa’ya ulaşmaya başlayınca ise “ucuz otel” stratejisi yürürlüğe girdi: “Mülteciler komşu ülkelerde kalsın, gerekirse biz para verelim!”
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin (BMMYK) Eylül 2016 itibarıyla verdiği (kayıt altına alınmış olanlar) sayılara göre 2011’den bu yana ülkesini terk eden 5,5 milyon Suriyelinin Eylül 2016’da bile yüzde 87’den fazlası yani 4,8 milyonu komşu ülkelerde (Türkiye, Lübnan, Ürdün, Irak, Mısır) yaşıyor. Suriyelilerden Avrupa’ya ya da ABD, Kanada, Avustralya gibi ülkelere gidenlerin sayısı 800 bin-1 milyon civarında tahmin ediliyor. Krizin başından beri “açık kapı politikası” uygulayan Türkiye’nin ise özel bir yeri bulunuyor.
Türkiye insani yardımda açık ara birinci
Türkiye, ülkesinden kaçmak zorunda kalan 5,5 milyon civarındaki Suriyelinin yüzde 50’sinden fazlasını tek başına misafir ediyor. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün 29 Eylül 2016 itibarıyla verdiği kayıt altına alınmış ve kendilerine “geçici koruma statüsü” verilmiş Suriyelilerin sayısı 2 milyon 736 bin 2. Altı yıla yakın bir zamandır, yüzde 95’in üzerindeki bütün maliyeti tek başına karşılayan ve mülteciler için en az 12 milyar dolar harcama yapan Türkiye’ye dışarıdan gelen kaynak 500 milyon dolar civarında kaldı. Türkiye son üç yıldır bu çabası ile dünyada insani yardım konusunda en fazla harcama yapan 3., kişi başına gelir bazında bakıldığında ise açık ara birinci ülke konumunda.
Türkiye’deki 2,7 milyonu aşkın Suriyeli ve 350 bini aşkın diğer mülteciler dikkate alındığında bunun nüfusun yüzde 4’üne ulaştığı görülmektedir. Lübnan’da nüfusun yüzde 25’inden fazlası, Ürdün’de ise yüzde 10’dan fazlası son beş yılda gelen Suriyeli mültecilerden oluşmaktadır. Bütün bu sayıları dikkate aldığımızda, 508 milyonluk AB’de bulunan Suriyelilerin nüfusa oranının yüzde 0,19 (binde 19) olduğunu görebilirsiniz. Asıl sorun tam da bu tabloda kendini ortaya koyuyor.
AB, 16,8 trilyon dolar ile dünya GSYH’nın yüzde 31’ini tek başına elinde tutan, nominal GSYH’da dünyanın birinci, satın alma bazında ise ikinci büyük ticaret bloğu, dünyadaki en büyük ihracatçı kurumdur. Bu zenginlik ve refaha rağmen, mültecilere en ciddi itirazı yapan da yine AB’nin kendisidir. Ancak dünyada bu kadar çok ekonomik ve siyasi dengesizlik varken, kapılarınızı, sınırlarınızı ne kadar kapatırsanız kapatın, insanların ölümü göze alan dolaşımına engel olmak mümkün olmayacaktır. Bu bağlamda sadece Macaristan’da değil, bütün gelişmiş ülkelerde, ciddi bir zihniyet değişimi gerekmektedir.
AB üzerinde şantaj politikası
Macaristan’da Orban ve partisi ne yazık ki yalnız değil. AB içinde hemen bütün ülkelerde, DAEŞ’in yarattığı dehşet motivasyonunu da kullanarak mültecilere ve özellikle de Müslüman kökenlilere yönelik karşıtlık ve hatta düşmanlık artış eğilimindedir. Orban, Brexit'in de verdiği bir cüretle, AB üzerinde şantaj politikasını sonuna kadar kullanacak ve kabul etmek gerekir ki, büyük ölçüde başarılı olacaktır. Bugün 28 üyesi olan AB’de öncülüğünü Almanya ve İsveç’in çektiği sadece 8-10 ülke mülteciler konusunda bir şeyler yapma gayreti içinde iken, geri kalan üye ülkeler bu konuda ne sorumluluk almaya ne de mali destek vermeye yanaşıyor. Türkiye’de 2,7 milyonu Suriyeli olmak üzere 3,1-3,2 milyon mülteci varken, 160 bin mülteciyi dünyanın en zengin bölgesi olan AB içinde dağıtamamak, AB’nin geleceği bakımından da oldukça kaygı duyulması gereken bir husus.
Sorun küçük AB ülkeleri ile sınırlı değil
Mülteci krizi, DAEŞ’in Avrupa’daki eylemleri ve İslamofobi ile beslenerek AB içindeki popülist politikacıların en önemli aracı haline geldi. Hollanda'da Gerd Wilders, Fransa’da Marine Le Pen, Almanya'da da Almanya için Alternatif ve PEGIDA’nın yükselişi, sorunun sadece küçük AB ülkeleri ile sınırlı olmadığını gösteriyor. Macaristan referandumu tam da Macar Başbakanı Orban’ın istediği gibi sonuçlanmamış olsa da, bu konunun hem Macaristan hem de diğer AB ülkelerinde siyaseti birinci derecede belirleyecek bir konu olarak varlığını sürdüreceği ve her geçen gün popülist, ırkçı, yabancı düşmanı, İslamofobik siyasi yaklaşımların daha da güçleneceğini tahmin etmek abartı olmayacak.
Türkiye ile AB arasında Mart 2016’da yapılan anlaşma, AB’nin konuya bakışını açık biçimde özetlemektedir. Burada karmaşık bir sorun karşısında AB tarafından gayet basit bir modalite ortaya konulmuştur. AB proje bazlı bir biçimde 3 milyar avro para verecek, belki gasp ettiği vize serbestiyetini tanıyacak, belki –yine gasp edilen- bazı müzakere başlıkları açacak; Türkiye ise Suriyeli mültecileri 1-1 esasına göre geri alıp, aynı sayıda Suriyeliyi AB’ye gönderecek; Suriyeli olmayan diğer bütün mültecileri ise geri alacak.
Burada söz konusu olan Türkiye ile AB arasında –kısa, orta ve uzun vadeleri düşünülen- stratejik işbirliği değil, kısa vadeli, bütünüyle mali desteğe bağlanan bir “panik anlaşması”dır. Bu anlamda çok sürdürülebilir görünmemektedir. Herkesin de bildiği gibi sorun sadece para değildir. Eğer böyle olsaydı, Türkiye AB’ye yılda bırakın 3 milyarı, 10 milyar avro önerip, karşılığında da 3 milyon mülteciyi almasını isteyebilirdi. Bunu AB kabul edebilir miydi? Tabii ki hayır. Dolayısıyla Türkiye’nin aldığı sosyal, siyasal ve en önemlisi güvenlik riskleri, AB ile müzakerelerde arka planda kalmış görünmektedir. Bu arada bu anlaşma sonrasında Türkiye’de AB’ye gidenlerin sayılarının ciddi bir biçimde düşmesi de, anlaşmanın neticesi olmaktan daha çok, Rusya faktörü ile açıklanabilir. Türkiye-AB anlaşması stratejik bir işbirliğine dönüşmediği sürece, ne mültecilere, ne Türkiye’ye ne de Türkiye-AB ilişkilerine katkı verebilir.
Suriye rejimine örtülü destek
Mültecilerden, özellikle de DAEŞ’in Avrupalı savaşçılarından bazen haklı, bazen abartılı gerekçelerle çekinen Avrupa içinde bir başka önemli –sesiz- değişim ise Suriye’deki rejime verilen örtülü destekte gözlenmektedir. Rusya Federasyonunun Esed rejimi yanında savaşa girmesi sonrasında DAEŞ’in geriletilmesi ve daha da önemlisi mülteci akınının –mülteci adaylarının kaçma yollarının kesilmesi nedeniyle- durması, Avrupa’yı –bu politikanın diğer olumsuz etkilerini göz ardı edecek kadar- memnun etmektedir.
Kuşku yok ki, dünyanın gelmiş geçmiş en başarılı uluslar-üstü kurumu olan AB ciddi krizlerle karşı karşıya. AB, siyasi ve güvenlik risklerini almayan bir zenginler kulübü olarak varlığını, refahını, zenginliğini ve huzurunu aynen muhafaza etme gayretinde. Ancak dünya artık bu kadar rahat değil. 2015’te AB’ye ulaşan 1,2-1,5 milyon mültecinin sadece yarısı savaşın yaşandığı Suriye’den geliyordu. Yani dünyanın pek çok bölgesinde potansiyel mülteciler ileride de AB’yi zorlayacak. Ancak AB’ye şu an dışarıdan gelecek “saldırılardan” daha fazlası, kendi içinden geliyor.
AB yol ayrımında
İngiltere, Macaristan, Polonya ve pek çok ülkede yaşanan sorunlar, mülteci krizi ile büyük bir meydan okumaya dönüşmüştür. 2004 yılında AB’ye giren 10 milyonluk küçücük bir Macaristan’ın resti bile göstermiştir ki, AB zor zamanların bir kurumu olarak yapılandırılmamıştır. AB parasının sorun çözmediği alanlar her geçen gün artmaktadır. Gelinen aşamada AB gerçek bir yol ayrımında görünüyor: Ya İngilizlerin hep talep ettiği gibi, siyasi anlamda çok daha gevşek, ekonomik işbirliği-serbest ticaret bölgesi yapısında bir AB’ye dönülecek ya da tam tersine iddialı bir küresel güç olmanın gerektirdiği birlikteliğe ve donanıma sahip olunacak. İşte bu ikinci seçenek, ister istemez Türkiye’yi denklemin içine sokmaktadır.
AB için Türkiye’nin üyeliğinin ne getirip ne götüreceği, kimlik politikalarının gölgesinden kurtarılarak, rasyonel bir biçimde ele alınmalıdır. Başta mülteci krizi olmak üzere, bölgesel-küresel politikalarda ve rekabette daha güçlü bir AB’nin yolu, içinde Türkiye’nin de yer aldığı, işlevsel ve daha sıkı, iddialı bir AB yapısı ile açılabilecektir. Bu öneri AB için riskli görünse de orta ve uzun vadede başka bir yol kalmayacağı da ayrı bir gerçekliktir. İçinde Türkiye’nin de olacağı güçlü bir AB, bölgesel istikrarın sağlanması yoluyla mülteci krizlerini daha başından engelleme ve bunun için ABD ve Rusya’nın politikalarının esiri olmama imkanına da sahip olabilir. ABD’nin 1990’da Irak’a müdahalesinde AB için “don’t play, pay that” rolü verilmişti. Benzer rol ancak iddialı bir AB ile aşılabilir. AB’nin mülteci sınavı, geleceğe yönelik cesur adımlar için iyi bir zemin olabilir.
* “Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Doç.Dr. M. Murat Erdoğan Hacettepe Üniversitesi İİBF, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi, Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (HUGO) 'nin kurucusu ve müdürüdür.
FACEBOOK YORUMLAR