Avrupa'da kültür ve kurumsallık arasına sıkıştırılan İslam
Avrupa’da artan Müslüman nüfusu, nüfuz korkusunu da beraberinde getirdi. Günümüzdeki sorun buradan kaynaklanıyor. Yoksa Müslümanların sayısal olarak artışında bir sorun görülmüyor.
“Avrupa İslam”ı tartışmaları şarkiyatçılık çalışmaları kadar eskidir. Bismarck sonrasında Doğu Avrupa ile yetinemeyen Alman şarkiyatçıları, tartışmalara İngiliz ve Fransızlardan sonra katıldılar. Fakat sömürge geçmişi olmayan bizleri en çok etkileyen de Almanların yaptığı tartışmalar oldu. Zira Kudüs’e vardığında “Müslümanların hamisi” olduğunu ilan eden II. Wilhelm de, Yahudilere karşı Kudüs müftüsünü yanında tutmaktan hoşlanan Hitler de Almanların Müslümanlarla ilişkisi bağlamında farklı düşünüyor değildi. Müslümanlar Slavlardan sonra “Drang nach Osten” (Doğuya baskı/ulaşım) politikalarının uç sınırlarını oluşturuyordu. Bismarck’ın Slav dünyasıyla sınırlanmasını daha gerçekçi gördüğü yayılmacı politikalarını, sonrakiler hırslarıyla aşmıştı.
Alman milliyetçi politikasının hafızasının bugünkü tartışmalarda etkisi olmadığını iddia etmek kolay değil. Fakat bugünkü sorunumuz Almanların yayılmacı politikalarıyla değil, Almanya’daki Müslümanların “kafeslenmesiyle” alakalıdır. Weber bürokrasiyi “demir bir kafese” benzetirken haksız değildi. Hatta Schmitt’i takip ederek Alman bürokrasisinin kurumsal gücünün Katolik Kilisesinin kurumsal gücünden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Yani Almanlarda ve Fransızlarda bürokrasi güçlü ise bunu Katolik Kilisesinin kurumsal yapısının sekülerleşmesiyle açıklayabiliriz. Bu nedenle, Fransız İslam’ından bahsedenler de öncelikle helal ürünlere vergi, cami derneklerinin finansal yapısının disipline edilmesi, hac organizasyonlarının gözetim altına alınması ve imamların görevlendirilmesi gibi bürokratik konulardan başlıyor. Bir nevi Weber’in “demir kafesinin” Müslümanların yaşam tarzlarında hissedilmesi isteniyor. Kafes bizi hem boğan hem de rahatlatan bir unsurun ironisiydi. Kıta Avrupası’nın Müslümanlara yaklaşımı da farklı değildir: Bir taraftan onları boğmaya çalışmakta, diğer taraftan da rahatlatmaktadır. Bu nedenle, Müslümanlar içinde de Avrupa İslam’ı projelerinden rahatlama ve memnuniyet duyanların sayıları az değildir. Nihayetinde kafeste yaşamak, zannedildiği kadar korkunç olmayabilir.
Avrupa’da artan Müslüman nüfusu, nüfuz korkusunu da beraberinde getirdi. Günümüzdeki sorun da buradan kaynaklanıyor. Yoksa Müslümanların sayısal olarak artışında bir sorun görülmüyor. Asıl sorun belki de Müslümanların “Müslüman kalmasında”dır. Zira Geert Wilders’ın da ifade ettiği gibi, Müslümanlarla bir sorunu yoktur; sorun ona göre bir “şiddet kitabı olan” Kur’an’dan kaynaklanmaktadır. Yani sorun İslam’ın kendisidir, Müslümanlar değil. Zira Avrupa’nın bürokratik-ekonomik aklı, gelecek yıllarda ortaya çıkacak nüfus sorunlarını çözebilmek için Akdeniz’in diğer kıyısına ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle, Türkiye dahil Akdeniz ülkelerini açık bir kamp olarak görmektedir.
“İslam’ın ehlileştirilmesi” ise iki bağlama oturmaktadır. Bunlardan ilki İslam’ın kültürel boyutunu dışlamaktır. Zira İslam teslim olmaktan ibaretse, aslında kültür bu teslimiyeti estetize etmektedir. Her estetizasyon gibi, onu bağlamından koparmasa da uzaklaştırmaktadır. Bir nevi kültür, teslimiyeti yumuşatmak isterken ertelemektedir. Kültürün “güzel” hallerinde dolaşmaktan teslimiyete vakit kalmamaktadır. Dahası kültür, yerel olanla harmanlanmış insanlık hallerine denk düşmektedir. Kültür eğer adap ile başlayan bir hal ise Müslümanın adabını belirleyen en önemli kaynak sünnettir. Fakat kültür dediğinizde sünneti aşan bir estetizasyondan bahsediyoruz demektir. Bu güzellemeler bize özgü olanla, yani Gökalpvari söylersek “hars”la da yoğrulduğundan Avrupa için katlanılmazdır. Yani Avrupa’nın istemediği Yahya Kemal’in dinidir ki onun modernliği daha da tehlikelidir; zira Avrupa ile aynı dili konuşmaktadır. Bu nedenle, buradan bakıldığında anlamsız görünse de, Erdoğan’ın “dini araç olarak kullanan bir milliyetçi” olarak damgalanması Alman için anlamlıdır. Çünkü kültürel olan dinle harmanlandıkça ve bu devlet tarafından korunaklı hale getirildikçe bir “sonderweg” (kendine özgü yol) oluşturmaktadır. Oysa tam da “sonderweg” iddiasıyla Alman kültürünü Avrupa uygarlığıyla ayrıştıran Almanlar için, İslam’ın kültür olarak yaşanması kadar tehlikeli bir şey yoktur. Eğer yaşanacaksa da bu bir Alman kültürü olarak yaşanmalıdır.
Müslümanların bu tutuma karşı farklı yanıtlar geliştirdiği görülüyor. Bu yanıtlardan ilki, dinlerine sahip çıkar gibi tepkisel olarak kültürlerine sahip çıkmalarıdır. Hatta bu din öylesine kültürle yoğrulmuştur ki dile sahip çıkmak da dine sahip çıkmakla eşdeğer görülmektedir. Bu tür kültürel yanıtların tam tersi de “inanç başka bir şey, kültür başka bir şey” diyenlerden gelmektedir. Kendini “Alman Müslümanı” olarak görenler, kültürel olarak Alman, dinî olarak Müslüman olduklarını düşünmektedir. Böyle düşünenler kendilerine örnek olarak (tersinden) Türklükle İslam’ı yoğuranları almaktadır. Bir de kültürü kimliklerinin bir parçası olarak gören, Türklüğünü bir kenara bırakma gereği duymadan Müslüman olma tecrübesini Almanya koşullarında yaşamak isteyenler var. Dikkat edilirse burada yapılan tartışma asıl olarak kültüreldir, dinî değil.
Sekülerleşmeyle birlikte dinin de kültürelleşmesi ve dahası kültürel kimliklerin keskinleşmesi, ayrımları derinleştirmektedir. Alman politikasının çağırdığı kültürel dünyada Müslümanlara nasıl bir yer ayrıldığı “Alman İslam Konferansı” çerçevesinde bile halen belli değildir. Ama din söz konusu olduğunda Avrupa’nın kültürel dilinden başka sunacağı bir varoluş alanı da mümkün görünmemektedir. Zira Avrupa’da din kültürel olarak var olmakta ve kurumsal olarak eylemektedir. Dini hayatın içinde en fazla hissettiğimiz yer kültür, en fazla gördüğümüz yer ise kurumdur. Yani Kilise olarak dini temsil eden kurumsallık hayatın her alanında gözlemlenebilir. Bu anlamda, Avrupa siyasetinin İslam’ı çağırdığı yer de bu iki alandır. Oysa güçlü bir inanç sistemi olarak İslam’ın da din olarak girmediği alanlar kültürel ve kurumsal alanlardır.
İslam’ın kültürle örtülemeyecek kadar sorgulamalara açık bir inanç sistemi olduğunu düşünülür. Yani İslam’ın estetize edilmiş ve güzelleştirilmiş hali değil, yalınlığı hakikat iddiası taşır. Hayata dair her alanı belirlemez, insanı bir noktada imtihanı ile yüz yüze bırakır. Bu nedenle, hayatında cennetle müjdelenmişlerin bile günahkâr olabileceği bilinir. Kimseye masumiyet atfedilmez. Masumiyet insanı bir nevi estetize ederek insanüstü bir varlık haline getirmektir. İslam’a teslim olmanın tek tesellisi tövbe kapılarının her zaman açık oluşudur. O da itirafla değil, gizlice ve kalben bir daha yapmamak üzere azmetmekle alakalı bir ümittir. Ama kesinkes bir vaat değildir. Avrupa İslam’ı peşinde koşanların bu derin yarıkları fark etmeleri mümkün görünmemektedir. Özellikle Alman kültürüyle yoğrulmuş, “nasip” kavramını bile kendi dünyalarında anlamlandıramayan yeni kuşakların bu tür incelikleri kavraması zordur. İslam “ince ayar” bir dindir ve bu ince ayarı da sünnet yapmaktadır. Hazreti Peygamber Müslümanların yaşam tarzının tek ayarcısıdır.
Avrupa dinin hayatımızda görünen kısmını ise kurumsal olarak kilise mümkün kılmaktadır. Kilise kurduğu hastaneler, yetimhaneler, yardım kuruluşları ve okullarla hayatın her alanında kurumsallaşmıştır. Din diye insanlara dokunan şey aslında kilisedir. Oysa İslam’ın kurumsal yanı inancı gereği zayıftır. Kimsenin kutsallık halesine bürünmesi de mümkün değildir. Veliler sevgili kullardır ama kutsal değillerdir. Kendiliklerinden hiçbir şeye güçleri yetmez; olsa olsa bazılarından daha iyi yalvarabilirler. Böylesi bir dünyadan kutsallık halesine sarılı kurumsallıklar çıkmamıştır. Kilisenin Avrupa’daki kurumsallığının Osmanlı dünyasında tek karşılığı vakıflardır ki onlar da kutsal değildir. Vakıflar yine affa dair bir ümidin kurumsallaşmış halidir. Arkasından gelebilecek bir sevap yumağı, kişide ancak umut olabilir, yoksa kişiyi kutsal kılmaz. Dinin büyük eserlerini kutsal kişiliklere atfetmeyiz; onları ancak dünyada varlıklı olanların kefareti gibi görürüz. Fatih Sultan Mehmet kendi adına affedilmek umuduyla cami yaptırır; camiyi “aziz” Akşemsettin adına yaptırmaz. Molla Gürani’nin kendi dünyalığı sağlamsa, o da affedilmek adına dünyada yararlı eserler bırakmaya çalışır. Hülasa böylesi bir inançtan kurumsallaşmış dini yapılar doğmaz.
Oysa Almanların Müslümanları çağırdığı dini eylem biçimi kurumsallaşmadır. Müslümanlar da nihayetinde seküler dünyaya adapte olduklarından bu çağrıyı garip bulmamakta, bir dini kurumsallığın doğal işlevi olarak düşünmektedir. Oysa din adına böylesi kurumsallaşmak bizatihi sorunludur. “Müslümanlar” gibi sosyolojik birliktelikler adına elbette dünyevi faaliyetler olarak hayır, hasenat işleri organize edilebilir. Ancak bu işler vakıf ya da dernek adına yapılır, din adına değil. Almanya’daki Müslümanların en önemli sorunlarından biri de burada karşımıza çıkmaktadır. Şimdiye kadar bir din olarak tanınmadıklarından, dinî olanı da vakıf ya da dernekler aracığıyla yaşamışlardır. Dikkat edilirse, seküler Türkiye’de bile cami dernekleri “camileri yaptırma ve yaşatma derneğidir” ve dinî birer kurum değildirler. Hatta dinî alanda örgütlenen bir devlet kurumu olarak Diyanet bile dinde son karar makamı değildir; dahası başkanı da kutsal bir kişilik değildir.
Alman dini anlayışının bunu anlaması kolay değildir. Bu nedenle Diyanet İşleri Türk İslam Birliği’ni (DİTİB) sadece dini alanda faaliyet gösteren, yani kurumsal olarak Müslümanların refahı için çalışan ve onlara yardım eden bir kurum olarak görmek istemektedir. Ayrıca yardım, eğitim ve şifa gibi “dini görevlerini” yerine getirirken de Alman kültürüne sadık kalmasını istemektedir. Oysa kültüre sadakat politik bir testtir, kültürel bir nitelik değil. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti’nin seküler ve laik niteliğinin ağır bastığı dönemlerde, farz edilen kültürel yakınlıktan dolayı, politik teste ihtiyaç hasıl olmamıştır. Bugün ise aslında yine farz edilen “İslamcı” siyasetten dolayı her an teste tabi tutulmak istenmektedir. Oysa kültür ve kurum üzerinden yapıldığı müddetçe, DİTİB gibi bir yapının bu testleri geçmesi kolay değildir. Dahası, geçmişte devletten, yani politik olandan bağımsız olduğu düşünülen Milli Görüş gibi yapıların da kültürel ve kurumsal testlerde başarılı olması inançları gereği zordur.
Alman İslam Konferansı bu farklılıkları düzlemeye çalıştıkça, elinde kalanlar Ahmediye, “Alman Aleviliği”, kendilerine liberal diyen sekülerler ve FETÖ artıkları gibi heterodoks gruplardan başkası olmayacaktır. Avrupalılar, özelde de Almanlar ne zaman kültür ya da kurum olarak değil, din olarak İslam’la yüzleşmeye cesaret ederlerse sorunu anlamış olacaklardır. Kısa vadede Ortodoksiyi temsil eden Müslümanlarla masaya oturduklarında, entegrasyon sorunu aslında o zaman müzakere edilmeye başlanmış olacaktır. Şarkiyatçı ya da eski Müslümanlara hazırlatılan raporlarla amel eden Avrupa siyaseti, muhtemelen sorunları çözemeyecektir. Fakat Avrupa’nın asıl istediği çözmek değil, güvenlik altına almaktır. Radikalleşmeyi önleyeceğini ve dini disipline edeceğini düşündüğü adımları atmaktan kısa vadede çekinmeyeceklerdir.
[Sakarya Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi olan Doç. Dr. Bünyamin Bezci Diaspora Araştırmaları Merkezi müdürlüğü görevini yürütmektedir]
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
FACEBOOK YORUMLAR