Avrupa Birliği'nin Batı Balkan politikası
Yakın zamana kadar, Batı Balkanların AB’ye tam üyeliği konusunda, AB tarafının isteksizliğine bağlı olarak yaşananlar, yeni bir sürece girmiş görünüyor.
Eski Yugoslavya 1991 yılında dağılmaya başlamasıyla hızlı bir iç savaş sürecine girdi. Bilhassa kendisini eski Yugoslavya’nın doğal mirasçısı gören Sırbistan, bağımsızlığı askeri çözümde görerek eski Yugoslavya’dan bağımsızlığını ilan eden diğer ülkelere saldırdı. Slovenya ve Hırvatistan’ın Sırbistan’ın gazabından kurtarılıp Avrupa Birliği’nin (AB), daha doğrusu Almanya’nın koruma şemsiyesi altına alınması ve sonradan bu ülkelerin AB tam üyeliğine alınması, bu süreçte önemli siyasi olaylardan biri olarak öne çıkıyor. Geride kalan ülkeler arasında başlayan savaşlar ve çekişmeler, bölgedeki sorunların derinleşmesine yol açtı; halihazırda çatışmalar sona ermiş görünse de, bu durum geçmişten gelen sorunların etkisiyle bölgeyi barut fıçısı haline getirdi.
Almanya Başbakanı Angela Merkel tarafından, AB üyesi olmayan, eski Yugoslavya’dan doğan Bosna-Hersek, Kuzey Makedonya, Kosova, Karadağ ve Sırbistan’ın yanı sıra Arnavutluk’un da dahil olduğu Batı Balkan ülkeleri için 2014 yılında başlatılan “Berlin süreci”, bölge ülkelerinin aralarındaki sorunları çözmeye yönelik önemli bir adımdı. Berlin sürecinin başlamasıyla Almanya öncülüğünde AB bölgeye doğrudan müdahil olmaya başlamış, Berlin süreci ile AB üyesi olmayan Batı Balkan ülkelerine kabul edilebilir süreler içinde AB’ye tam üyelik perspektifi sunulması amaçlanmıştı.
AB ile yaşanan onca gerginliğe rağmen, Türkiye’nin Batı Balkan ülkeleri üzerindeki nüfuzu ve bu ülkelerle ilişkileri AB çevrelerince biliniyor ve saygıyla karşılanıyor. Diğer yandan bölgenin Avrupa enerji arz güvenliği açısından gün geçtikçe önemi artıyor. Bilhassa enerji arz güvenliği açısından Türkiye’nin Avrupa için önemini vurgulayan, 2013’lerde AB’nin enerjiden sorumlu komiseri olan Günther Oettinger’in Merkel’e hitaben TAP doğalgaz boru hattının açılışı sebebiyle söylediği “Belki de 10 yıl sonra yanınıza Paris’teki meslektaşınızı da alıp, dizlerinizin üzerinde sürüne sürüne Ankara’ya kadar varıp, ‘Ne olur AB’ye girin’ diyeceksiniz” sözleri hafızalardaki yerini koruyor.
Berlin süreci
Almanya’nın başkenti Berlin’de 2014 yılında gerçekleştirilen ilk Batı Balkan konferansıyla, öncelikle bölgedeki siyasi ve etnik sorunları çözmeye yönelik adımlar atılması amaçlandı. İkili (bilateral) ve çok taraflı (multilateral) ilişkilerle, Batı Balkan coğrafyasındaki ülkeler arasında kalıcı bir barış ortamının oluşturulması hedefleniyordu. Bölgesel ekonomik işbirliği ve kalıcı bir iktisadi kalkınma, Berlin sürecinin orta ve uzun vadedeki umulan sonuçlarıydı. Bölge ülkelerinde gençler arasında epey yüksek olan işsizlikle mücadelede akademik ve mesleki bakımdan eğitim önemli bir rol oynadığından, gençlere Almanya tarafından yardım sözü verilmişti.
AB üyesi olmayan Batı Balkan ülkelerindeki zayıf ve çoğulcu olmayan iktidar yapıları, muhalefetin güçlendirilmesi ve işleyen bir sivil demokrasi ve sivil toplum yapısı, orta vadede AB üyeliği, Batı Balkan ülkelerine yol haritası olarak Berlin süreci tarafından zorlama bir süreç olarak önerilmişti.
Berlin süreci ile AB açısından asıl olarak hedeflenen ise Avrupa ve güneydoğu Avrupa gaz koridoru için, Batı Balkan ülkelerinin enerji güvenliği açısından oynadığı büyük rolün kaybedilmemesiydi. Bu açıdan, 2014 yılındaki Balkan Zirvesi’ne katılan ülkelerin hemfikir oldukları en önemli sonuç, Batı Balkan ülkelerinin Avrupa enerji arz güvenliğinde önemli bir köşe taşını oluşturmaları oldu. Bu nedenle Batı Balkan ülkelerinin her bakımdan Avrupa enerji sistemine entegrasyonu Berlin sürecinin önemli hedeflerinden biriydi.
Batı Balkan ülkeleri ve AB arasındaki üyelik görüşmeleri ilişkilerin merkezinde bulunuyor. Sırbistan ve Karadağ ile başlayan tam üyelik görüşmeleri 2020 yılında Kuzey Makedonya ve Arnavutluk’un tam üyelik için birliğe başvurmaları ve nihayetinde Bosna-Hersek ve Kosova’nın AB’ye 2016 yılında tam üyelik başvurusunda bulunmalarına rağmen bu konuda hâlâ karar verilmemiş olması, Berlin sürecinin ana hedeflerinden biri olan Batı Balkan ülkelerinin AB’ye üyeliği hedefinin, buradaki altı ülke için farklı hızlarda ilerlemesine sebep oluyor.
Ticaret açısından baktığımızda, tamamen AB’ye bağımlı olan Batı Balkan ülkelerinin toplam ticaret hacimlerinin yaklaşık yüzde 75’ini AB üyesi ülkelerle yapılan ticaret teşkil ediyor ve bunun büyük çoğunluğu da Almanya ve İtalya ile gerçekleşiyor. Bu ülkelerin AB ile aralarındaki ticarette 100 milyar avrodan fazla ticaret açığı bulunuyor. Balkan ülkelerinin günümüzdeki en önemli sorunlarından biri yüksek işsizlik oranlarıyla boğuşuyor olmaları. Berlin süreciyle hedeflenen yatırımların ve verilen yardım sözlerinin tam olarak gerçekleşmemesi, genç ve çalışabilir nüfusun hızlı ve yoğun bir şekilde AB üyesi ülkelere göçmen olarak gitmesine yol açıyor.
AB’nin kendi güvenliği için öne çıkardığı alternatiflerden ilki, bu altı ülkenin her türlü eksiğe rağmen tam üyelik dışında bir mekanizmayla AB içine dahil edilmesidir. Bir bakıma “küçük” ya da “yarım üyelik” denilecek bu sistemde AB’ye dahil edilen Batı Balkan ülkeleri, tabiri caizse AB kapısının eşiğinde içeride bekletilecekler, ülkelerin entegrasyonu tamamlanmadan tam üye yapılmayacaklar. Bu ülkelerin birliğin karar alma mekanizmasında hiçbir etkisi olmayacak ama diğer ülkeler bu ülkeler hakkında karar alabilecekler. Bu durum AB üyeliğiyle ilgili hukuki normlarda değişiklik gerektiriyor. Değişikliklerin uzun sürme ihtimali ve böyle bir sistemin AB ruhuna aykırı olması sebebiyle kabul edilmeyeceği düşüncesi de ağır basıyor.
Berlin sürecinin çıkmazı
2004 yılındaki doğu genişlemesi, devamında 2007 yılındaki Romanya ve Bulgaristan ve nihayetinde 2013 yılındaki Hırvatistan genişlemesinin akabinde, yeni üye kabulüne ilişkin niyet ve kapasitelerin zayıflaması sebebiyle, AB’nin genişlemesi tam anlamıyla durdu. Sırbistan ve Karadağ ile başlayan görüşmeler devam ediyor gibi görünse de, AB’nin gücüne ekonomik ve siyasi olarak katkı yapmayacak, uyum sağlamayacak ülkelerin üye olarak kabulüne yönelik isteksizlik arttı. Balkan ülkelerindeki ekonomik durağanlık ve yüksek bütçe açıklarının, bu ülkelerin AB’ye üye olmaları halinde bir hazımsızlığa yol açacağı endişesi sadece üye ülkelerde değil, AB organlarında da hâkim. Bu anlamıyla Berlin süreci Batı Balkan ülkeleri için bir perspektif sunmaktan uzaklaşmış durumda.
AB içindeki bu isteksizlik, yoğun bir şekilde olmasa da, Mayıs 2020’de yeni tip koronavirüs (Kovid-19) pandemisi sebebiyle internet üzerinden gerçekleşen son Batı Balkan Konferansı’na da yansıdı. Mayıs 2020’de AB Dönem Başkanı olan Hırvatistan’ın başkanlığı ve ev sahipliğinde, Batı Balkan ülkeleri ve 27 AB üyesi ülkenin katılımıyla Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’de online olarak toplanan zirvede, Batı Balkan ülkelerine AB üyeliği için bir perspektif sunmak yerine yine sadece vaatlerde bulunuldu. Batı Balkan ülkeleri için zirveden çıkan tek olumlu netice, altı ülke için 3,3 milyar avroluk Kovid-19 yardım sözü oldu.
AB’nin isteksizliğinin altında yatan bir diğer sebep ise eski Yugoslavya’yı oluşturan bu altı ülke arasında ve içinde, etnik ve siyasi sebebe dayalı çekişmelerin devam ediyor olması. Kosova ile Sırbistan arasındaki sınır bölgelerine ilişkin tartışmaların yanı sıra, halen Sırbistan’ın Kosova’yı devlet olarak tanımaması, en azından Sırbistan’ın AB tam üyeliği önünde bir engel olarak görünmekle birlikte, diğer yandan kimse Sırbistan’ı Kosova’yı tanımaya da zorlamamakta. Brüksel’in Sırbistan’ı bu açıdan zorlamamasının ardında, AB üyesi olan İspanya, Romanya, Slovakya, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Yunanistan’ın da Kosova’yı tanımaması yatıyor. Aynı şekilde Bosna Hersek’te halen etnik ayrıma dayalı siyasi sistemin devam ediyor olması, Batı Balkan ülkeleriyle AB arasındaki görüşmeleri de doğrudan etkiliyor. Ayrıca kimi AB uzmanlarına göre, Batı Balkan ülkelerindeki gelişmeler, bu ülkelerdeki yönetimleri “hukuk devleti” prensiplerinden uzaklaştırıyor. Bu durum, bu ülkelerin AB üyesi olmalarının önündeki en büyük engellerden biri olarak, AB üyelik perspektiflerini uzak bir geleceğe doğru yönlendirmekte.
Tam üyelik perspektifleri neredeyse askıya alınan Balkan ülkelerinin Kovid-19 pandemi sürecinde salgınla mücadelenin başlarında yalnız kalması da dikkatlerden kaçmadı. Salgınla mücadelede en hayati yardımların Türkiye ve Çin’den gönderildiği Sırbistan’da ve Türkiye’nin yardım ettiği diğer Batı Balkan ülkelerinde, bu yapılan yardımlar şükranla kabul edildi.
Batı Balkanların önemi artıyor
Almanya ve Rusya arasındaki Kuzey Akım-2 doğalgaz boru hattının ABD tarafından uygulanan kararlı yaptırımlarla işletmeye alınmasının engellenmesi, aynı şekilde alternatif olarak inşa edilen ve Bulgaristan ve Batı Balkanlar üzerinden doğal gazı Avrupa’ya taşıma planlarının da aynı Kuzey Akım-2 gibi ABD yaptırımlarına takılması, AB’ye yönelik enerji arz güvenliğini tehlikeye düşürdü. Türk Akımı üzerinde halen siyasi görüşmeler devam ediyor; Türkiye sınırlarını aşan kısmı için Bulgaristan ve Batı Balkanlar güzergahı üzerinde anlaşmaya varılmaya çalışılıyor. Aynı şekilde, Yunanistan sınırına kadar yapımı tamamlanan ve Azerbaycan gazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıyacak Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı’nın (TANAP) devamı olan ve Yunanistan-Arnavutluk güzergâhında Trans Adriyatik Doğalgaz Boru Hattı’na (TAP) bağlanarak İtalya üzerinden Avrupa’ya doğal gaz taşıyacak olan alternatifler, Kuzey Akım-2’nin alternatifi olarak bir anda önem kazandı.
Aynı şekilde, dünyadaki diğer gelişmeler, ABD, Rusya ve Çin arasındaki güç çekişmelerinin Batı Balkanlara kadar taşınması, AB açısından jeostratejik önemi olan bu bölge üzerinde tartışmaları da yoğunlaştırdı. ABD’nin askeri-siyasi sınırlarını Avrupa’da Baltık denizinden Türkiye’nin Bulgaristan sınırına kadar olan kısmında Rusya’nın coğrafi sınırlarına kadar dayaması, öncesinde Ukrayna ile Rusya arasında yaşanan gerginlikler ve son zamanlarda Beyaz Rusya’da yaşanan iç karışıklıkların, Avrupa enerji arz güvenliği açısından transit ülke olarak hayli büyük öneme sahip bu iki ülkenin, her zaman devre dışı kalması ihtimalini beraberinde getiriyor. Bu ihtimal, Avrupa enerji arzı güvenliği açısından Türkiye ve Batı Balkanların jeostratejik önemini artırıyor.
Yakın zamana kadar, Batı Balkanların AB’ye tam üyeliği konusunda, AB tarafının isteksizliğine bağlı olarak yaşananlar, yukarıda sayılan gelişmelerle birlikte yeni bir sürece girmiş görünüyor. AB tarafından Batı Balkanlar için yeni alternatifler üretilmekte; bunlardan bazıları ise sesli olarak dillendirilmekte. Bu alternatiflerin hayata geçirilmesi ya da uygulanabilirliği, yukarıda ifade edilen AB ile Rusya ya da Çin arasındaki ilişkilerdeki siyasi gelişmelere bağlı.
AB’nin kendi güvenliği için öne çıkardığı alternatiflerden ilki, bu altı ülkenin her türlü eksiğe rağmen tam üyelik dışında bir mekanizmayla AB içine dahil edilmesidir. Bir bakıma “küçük” ya da “yarım üyelik” denilecek bu sistemde AB’ye dahil edilen Batı Balkan ülkeleri, tabiri caizse AB kapısının eşiğinde içeride bekletilecekler, ülkelerin entegrasyonu tamamlanmadan tam üye yapılmayacaklar. Bu ülkelerin birliğin karar alma mekanizmasında hiçbir etkisi olmayacak ama diğer ülkeler bu ülkeler hakkında karar alabilecekler. Bu durum AB üyeliğiyle ilgili hukuki normlarda değişiklik gerektiriyor. Değişikliklerin uzun sürme ihtimali ve böyle bir sistemin AB ruhuna aykırı olması sebebiyle kabul edilmeyeceği düşüncesi de ağır basıyor.
İkinci alternatif ise halihazırda Sırbistan ve Karadağ ile sürdürülen tam üyelik görüşmelerinin hızlandırılması; tam üyelik başvurusunda bulunan Arnavutluk ve Kuzey Makedonya ile görüşmelere başlanması ve fasılasız devam etmesi düşüncesidir. Mayıs 2020’de yapılan son Batı Balkan Konferansı’nda da AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen tarafından anlatılan hızlandırılmış tam üyelik görüşmeleri düşüncesi, kendisine jeostratejik açıdan yakın olan, bir başka ifadeyle Avrupa’nın bir parçası olarak görülen Batı Balkanların elinden çıkıp gitmesine AB’nin rıza göstermeyeceği fikrini öne çıkarıyor. Ancak burada da genişleme konusunda AB içinde var olan problemlerin gün yüzüne çıkması ve Batı Balkanların AB’ye uyumu sorunu gündeme gelecektir.
En dikkat çekici husus ise bu alternatiflerin uygulanmasında ya da hayata geçirilmesinde, Batı Balkanlar’da yaşayan milletlere bu konudaki istek ve düşüncelerinin sorulmamasıdır. AB’nin doğu genişlemesiyle bünyesine kattığı ülkelerle yaşadığı sorunlar, uyum sorunu yaşayan bu ülkelerin halklarının fiili olarak ikinci, hatta üçüncü sınıf üye ayrımına tabi olması, kendi ülkelerinde iş bulamayanların çok zor şartlarda Almanya, Fransa, Hollanda gibi ülkelerde yaşamaya ve çalışmaya zorlanması gözlerden kaçmıyor. Benzer bir durumun, onurlarına düşkün Batı Balkan ülkeleri içinde ortaya çıkması ve bu ülkelerin halklarının AB’nin yeni üçüncü sınıfı olmaları söz konusu.
Almanya Başbakanı Angela Merkel tarafından, AB üyesi olmayan, eski Yugoslavya’dan doğan Bosna-Hersek, Kuzey Makedonya, Kosova, Karadağ ve Sırbistan’ın yanı sıra Arnavutluk’un da dahil olduğu Batı Balkan ülkeleri için 2014 yılında başlatılan “Berlin süreci”, bölge ülkelerinin aralarındaki sorunları çözmeye yönelik önemli bir adımdı. Berlin sürecinin başlamasıyla Almanya öncülüğünde AB bölgeye doğrudan müdahil olmaya başlamış, Berlin süreci ile AB üyesi olmayan Batı Balkan ülkelerine kabul edilebilir süreler içinde AB’ye tam üyelik perspektifi sunulması amaçlanmıştı.
Türkiye’nin sorumluluğu
AB ile yaşanan onca gerginliğe rağmen, Türkiye’nin Batı Balkan ülkeleri üzerindeki nüfuzu ve bu ülkelerle ilişkileri AB çevrelerince biliniyor ve saygıyla karşılanıyor. Diğer yandan bölgenin Avrupa enerji arz güvenliği açısından gün geçtikçe önemi artıyor. Bilhassa enerji arz güvenliği açısından Türkiye’nin Avrupa için önemini vurgulayan, 2013’lerde AB’nin enerjiden sorumlu komiseri olan Günther Oettinger’in Merkel’e hitaben TAP doğalgaz boru hattının açılışı sebebiyle söylediği “Belki de 10 yıl sonra yanınıza Paris’teki meslektaşınızı da alıp, dizlerinizin üzerinde sürüne sürüne Ankara’ya kadar varıp, ‘Ne olur AB’ye girin’ diyeceksiniz” sözleri hafızalardaki yerini koruyor.
Bu önemin farkında olan bir Türkiye’nin Batı Balkan ülkeleriyle olan tarihi bağlarını, jeostratejik konumuyla birleştirmesi ve Batı Balkan ülkeleriyle ilişkilerini her boyutta daha da sıkılaştırmak için bölgeyi ve burada yaşananları gözden çıkarmaması, yaşananları dikkatle takip etmesi gerekiyor. Halihazırda devam eden, Yunanistan’la olan gerginliğin bir ayağının da, Türkiye’nin Batı Balkanlardaki kadim ilişkilerinin engellenmesine yönelik olduğunun gözden kaçırılmaması gerekir.
Bölge üzerinde AB ile birlikte ABD, Rusya ve Çin’in yeni dış politik denklemler oluşturması, bu ülkelerin bölgedeki dinamikleri dikkate almadan, sadece kendi milli çıkarlarına göre hareket etmeleri, kaynayan kazan olan bölgede yeni çatışmaların ortaya çıkmasına sebep olabilecektir. Gücünün farkında olan ve tarihin verdiği sorumluluk gereği her zaman Batı Balkan ülkelerinin yanında yer alan bir Türkiye’nin, bu özelliğiyle, Batı Balkanlarda iç çatışmaları her zaman önleme kapasitesine sahip bir denge unsuru olduğu akıllardan çıkarılmamalı.
[Dr. Muhterem Dilbirliği Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü'nde çalışmalarını sürdürmektedir]
FACEBOOK YORUMLAR