Almanya'nın değişen Türkiye politikasının değişmeyen dinamiği
Türkiye ve Almanya'nın ait oldukları jeopolitik çerçeveden sıyrılıp öne çıkarak, sahip oldukları etki ve nüfuz alanlarını geliştirme eğiliminde olan iki güçlü aktöre dönüştüğünü söylemek yanlış olmaz.
Editör: Turkinfo.nl
31 Temmuz 2017 - 12:44
Yakın dönemde iki ülke arasında farklı alanlarda yaşanan gerginliklerin, uzun ve köklü ilişkilerini gölgede bırakarak ikili ilişkileri birçok açıdan sorgulanır hale getirdiği, sadece Türkiye ve Almanya değil, birçok ülke tarafından gözlemlenen ve yakından takip edilen bir durum haline geldi.
Sahip olduğu ekonomik güçle Avrupa Birliği içinde her dönemde öne çıkan Almanya, özellikle İngiltere’nin birlikten ayrılma kararı almasıyla, sahip olduğu konumu daha da ileriye taşıyarak AB’nin sadece ekonomik anlamda değil, aynı zamanda siyasi anlamda da taşıyıcı ve yön belirleyici gücü haline geldi. Diğer yandan Türkiye de yakaladığı ekonomik ivme ve siyasi istikrarla hem kendi bölgesinde hem de dünya çapında ağırlığı her geçen gün artan bir aktör olarak, mevcut siyasi dengeler içinde yadsınamaz bir önem kazanarak etkili bir konuma ulaştı.
Bu açıdan bakıldığında, uzun zamandır müttefik konumundaki bu iki ülkenin, ait oldukları jeopolitik çerçeveden sıyrılıp öne çıkarak, sahip oldukları etki ve nüfuz alanlarını geliştirme eğiliminde olan iki güçlü aktöre dönüştüğünü söylemek yanlış olmaz. Türkiye ve Almanya’nın çıkarlarının bu bağlamda birbiriyle kesişmesi de iki ülkenin yaşadığı veya daha doğru bir ifade ile geçirdiği siyasi dönüşümün kaçınılmaz bir sonucu olarak görülebilir. Almanya’nın Türkiye ile alakalı konularda giderek belirginleşen ve sertleşen eleştirel bir üslubu benimsemesi de bu durumun açık bir yansıması.
Burada sorulması gereken soru, Almanya’nın özellikle 2013 yazında yaşanan Gezi Parkı olaylarıyla eşzamanlı olarak, gitgide belirginleşen bir şekilde Türkiye’yi açık şekilde hedef almaya başlamasının arkasında hangi siyasi dinamiğin bulunduğudur. Bu bağlamda, Almanya’nın Türkiye politikalarını belirleyen temel dinamiğin, Türkiye’nin Almanya’nın siyasi nüfuz alanı içinde tutulması olduğunu hatırlatmakta fayda var. Çünkü Almanya’nın Türkiye’ye bakışı, I. Dünya Savaşı öncesine kadar uzanan ve İmparatorluk Almanya’sının o dönemde siyasi iradeyi elinde bulunduran İttihat ve Terakki Cemiyeti üzerinden kendi nüfuz alanına dahil ettiği Osmanlı İmparatorluğu’na bakışından farklı olmamıştır. Bu çerçevede Almanya ile Türkiye arasındaki ‘müttefiklik’ anlayışının temellerinin, iki eşit ülke anlayışı yerine, güçlü devletin kendisinden zayıf gördüğü diğer devleti, siyasi, ekonomik, askeri ve sosyal çıkarları çerçevesinde kendine bağlı tutarak siyasetine yön verme anlayışına dayandığı söylenebilir. Bundan dolayı, Almanya’nın Türkiye ile ilişkilerini, Almanya’nın Türkiye’yi özellikle siyasi, ekonomik ve askeri anlamda kendine bağlı tutma ve Türkiye’nin siyasetine yön verebilme anlayışı üzerine kurgulanmış politik perspektif çerçevesinde okumak, Almanya’nın Türkiye politikalarını temellendirme konusunda göz önünde bulundurulması gereken önemli bir nokta.
Türkiye’nin 2002’den bu yana, başta ekonomi ve ticaret olmak üzere birçok alanda sağladığı gelişme ivmesiyle, bir taraftan siyasi mecburiyetlerinden kurtularak bağımsızlaşması, diğer taraftan da Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi coğrafyasını kendi siyasi hinterlandı olarak gören bir dış politika anlayışını benimseyerek siyasi nüfuzunu artırmaya başlaması, tüm dünya genelinde ‘Yeni Osmanlıcılık’ başlığı altında tartışmalara yol açtı. Türkiye’nin yaşadığı bu siyasi paradigma değişimi, özellikle emperyalist ve kolonyalist geçmişleriyle tanınan ve Türkiye’nin de müttefiki olan Batı dünyasının önde gelen ülkelerini de derinden rahatsız etti.
Almanya kendi nüfuz alanı olarak gördüğü Türkiye’nin gerçekleştirdiği ekonomik ve siyasi gelişmeyi yakından takip ederek Türkiye’yi kendi ekseninde tutmaya yönelik ılımlı adımlar atmayı tercih etse de, Türkiye’nin özellikle dış politika alanında yaşadığı değişim, bölgesel ve uluslararası konularda aktif, kendi çıkarlarını önde tutan ve müttefiklerini de bu çizgiye gelmeye zorlayan tavır, Türkiye’yi Almanya için alışılmış ‘pasif ve bağımlı müttefik’ konumundan ‘aktif ve bağımsız rakip’ konumuna taşıdı.
Türkiye’nin gerçekleştirdiği değişim, bu açıdan bakıldığında Almanya’nın Türkiye politikalarında yaşanan değişimin de ana unsuru olarak görülebilir. Çünkü Almanya her ne kadar Türkiye politikalarını belirleyen, yukarıda izah edilen ana dinamikten vazgeçmemişse de, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik gücünün artması ve giderek bağımsızlaşması, Almanya’yı Türkiye’yi yeniden ‘pasif ve bağımlı müttefik’ konumuna döndürmeyi hedefleyen politikaları benimsemeye zorladı ve zorlamaya da devam ediyor.
Almanya için bu bağlamda sorun teşkil eden en önemli unsurun ise Türkiye’yi karşısında rakip haline getiren siyasi irade olduğunu söylemek yanlış olmaz. Gezi Parkı olaylarını Türkiye’yi yeniden kendi etki alanına sokacak siyasi değişim için adeta bir fırsat olarak gören Almanya, Türkiye’nin seçilmiş hükümetine karşı o ana kadar sürdürdüğü ılımlı ve dolaylı karşıtlığı, sert ve doğrudan karşıtlığa dönüştürdü ve bu dönüşüm Almanya’nın değişen Türkiye politikalarının çerçevesini belirleyen en önemli adım oldu. Gezi Parkı olaylarına Alman devletinin verdiği açık destekle yaşanan kırılma, Ermeni soykırımı iddialarını tanıyan tasarı önergesinin Alman parlamentosu tarafından kabulü, demokrasi ve insan hakları konusunda Türkiye’ye yöneltilen ağır ve mesnetsiz eleştiriler, Türkiye’nin teröre destek veren ülke olarak lanse edilmesi ve 15 Temmuz’da yaşanan darbe girişiminde Türkiye hükümetine destek verilmemesiyle devam etti.
Alman siyasilerin Nisan ayındaki anayasa referandumunda açıkça cephe almaları ve başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu olmak üzere birçok AK Partili siyasetçinin Almanya’daki Türk vatandaşlarıyla bir araya gelmesini engellemesi, iki ülke arasındaki gerginliği daha önce eşine rastlanmamış bir boyuta taşıdı.
Türkiye’nin siyasi ve ekonomik anlamda bağımsızlaşarak Avrupa, Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da bir rakip haline gelmesi dışında rahatsız eden bir diğer unsur ise Türkiye’nin Almanya’da 3 milyondan büyük bir nüfusa tekabül eden diasporasını sosyal ve kültürel anlamda himaye etmeye başlaması. Türkiye’nin bu konudaki girişimlerini yakından takip eden Almanya, Türkiye’nin Almanya’daki diasporası ile sosyal ve kültürel manada kurduğu ilişkileri dahi kendisi için bir tehdit olarak görmekte ve bu çerçevedeki faaliyetlerin önünü kesmek için yoğun bir çaba gösteriyor.
PKK, FETÖ ve DHKP-C gibi terör örgütlerine açıkça müsamaha gösteren Almanya, kendisi sağlı-sollu partileriyle bağlantılı vakıflar üzerinden ‘demokrasi ve insan hakları’ retoriğiyle Türkiye’de üstü kapalı faaliyetler içindeyken, Almanya’da Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) camilerinde görev yapan imamları casuslukla, Türkçe dersi veren öğretmenleri ise siyasi propaganda yapmakla suçluyor; Türkiye’nin diasporası ile sosyal ve kültürel yakınlaşmasından rahatsızlık duyduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Almanya’nın Türkiye’nin iç ve dış siyasetine yön vermek için bu kadar açık şekilde angaje oluşu Türkiye’nin Almanya için önemini ortaya koyarken, aynı zamanda Türkiye’nin Almanya için ne denli ciddi bir rakip haline geldiğini de gösteriyor. Bu yüzden Almanya, Türkiye’ye yönelik politikalarına yön verdiğini öne sürdüğü demokratik prensipleri bir kenara bırakarak açık bir şekilde pragmatist ve saldırgan bir tutum içine girmiş bulunuyor.
Hristiyan demokratlardan liberallere, sosyal demokratlardan sosyalistlere uzanan geniş bir yelpazeye yayılan Alman siyasetçilerin tamamının Türkiye karşıtı söylemde birleşmesi ve artık Türkiye karşıtlığından açık bir Türkiye düşmanlığına evrilen popülist söylemlerle oy oranlarını artırmaya çalışması da oldukça ilginç bir başlık teşkil ediyor. Çünkü bu durumu, Alman toplumunun epey geniş bir kesiminin paylaştığı olumsuz Türkiye algısının, artık Türkiye karşıtlığına ve hatta Türkiye düşmanlığına doğru kaymasının bir sonucu olarak görmek yanlış olmaz. Alman siyaseti uzun zamandır toplumdaki mevcut Türkiye karşıtlığını hem popülist söylemlerle körükleme hem de iç siyasetleri için desteğe çevirme hedefiyle hareket ediyor.
Sonuç olarak, Almanya ve Türkiye arasındaki ilişkiler özel ve ayrıntılı başlıklara indirgenmeden, karşılıklı politikaları belirleyen ana dinamikler üzerinden ele alındığında, tarihi derinliğe ve köklere sahip bu ilişkilerin seyri üzerinde etkili olan en önemli unsurun, Almanya’nın Türkiye’yi eşit bir müttefik olarak değil, siyaseti Almanya’nın çıkarlarına paralel olarak belirlenmesi gereken pasif ve bağımlı bir müttefik olarak görmesi olduğu söylenebilir. Almanya’nın I. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşadığı siyasi değişimler, II. Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkileri ve 1945 sonrasında meydana gelen yeni siyasi dengelere rağmen, Türkiye’ye yönelik müttefiklik anlayışının temel dinamiklerde bir değişiklik olmadığını söylemek yanlış olmaz. Bu tespitler ışığında Almanya ve Türkiye arasındaki siyasi, ekonomik ve sosyal gerilimler, müttefik olan iki bölgesel gücün, küresel güç olma yolunda karşı karşıya gelmesiyle ortaya çıkan mücadelenin sonucu olarak yorumlanabilir.
Sahip olduğu ekonomik güçle Avrupa Birliği içinde her dönemde öne çıkan Almanya, özellikle İngiltere’nin birlikten ayrılma kararı almasıyla, sahip olduğu konumu daha da ileriye taşıyarak AB’nin sadece ekonomik anlamda değil, aynı zamanda siyasi anlamda da taşıyıcı ve yön belirleyici gücü haline geldi. Diğer yandan Türkiye de yakaladığı ekonomik ivme ve siyasi istikrarla hem kendi bölgesinde hem de dünya çapında ağırlığı her geçen gün artan bir aktör olarak, mevcut siyasi dengeler içinde yadsınamaz bir önem kazanarak etkili bir konuma ulaştı.
Bu açıdan bakıldığında, uzun zamandır müttefik konumundaki bu iki ülkenin, ait oldukları jeopolitik çerçeveden sıyrılıp öne çıkarak, sahip oldukları etki ve nüfuz alanlarını geliştirme eğiliminde olan iki güçlü aktöre dönüştüğünü söylemek yanlış olmaz. Türkiye ve Almanya’nın çıkarlarının bu bağlamda birbiriyle kesişmesi de iki ülkenin yaşadığı veya daha doğru bir ifade ile geçirdiği siyasi dönüşümün kaçınılmaz bir sonucu olarak görülebilir. Almanya’nın Türkiye ile alakalı konularda giderek belirginleşen ve sertleşen eleştirel bir üslubu benimsemesi de bu durumun açık bir yansıması.
Burada sorulması gereken soru, Almanya’nın özellikle 2013 yazında yaşanan Gezi Parkı olaylarıyla eşzamanlı olarak, gitgide belirginleşen bir şekilde Türkiye’yi açık şekilde hedef almaya başlamasının arkasında hangi siyasi dinamiğin bulunduğudur. Bu bağlamda, Almanya’nın Türkiye politikalarını belirleyen temel dinamiğin, Türkiye’nin Almanya’nın siyasi nüfuz alanı içinde tutulması olduğunu hatırlatmakta fayda var. Çünkü Almanya’nın Türkiye’ye bakışı, I. Dünya Savaşı öncesine kadar uzanan ve İmparatorluk Almanya’sının o dönemde siyasi iradeyi elinde bulunduran İttihat ve Terakki Cemiyeti üzerinden kendi nüfuz alanına dahil ettiği Osmanlı İmparatorluğu’na bakışından farklı olmamıştır. Bu çerçevede Almanya ile Türkiye arasındaki ‘müttefiklik’ anlayışının temellerinin, iki eşit ülke anlayışı yerine, güçlü devletin kendisinden zayıf gördüğü diğer devleti, siyasi, ekonomik, askeri ve sosyal çıkarları çerçevesinde kendine bağlı tutarak siyasetine yön verme anlayışına dayandığı söylenebilir. Bundan dolayı, Almanya’nın Türkiye ile ilişkilerini, Almanya’nın Türkiye’yi özellikle siyasi, ekonomik ve askeri anlamda kendine bağlı tutma ve Türkiye’nin siyasetine yön verebilme anlayışı üzerine kurgulanmış politik perspektif çerçevesinde okumak, Almanya’nın Türkiye politikalarını temellendirme konusunda göz önünde bulundurulması gereken önemli bir nokta.
Türkiye’nin 2002’den bu yana, başta ekonomi ve ticaret olmak üzere birçok alanda sağladığı gelişme ivmesiyle, bir taraftan siyasi mecburiyetlerinden kurtularak bağımsızlaşması, diğer taraftan da Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi coğrafyasını kendi siyasi hinterlandı olarak gören bir dış politika anlayışını benimseyerek siyasi nüfuzunu artırmaya başlaması, tüm dünya genelinde ‘Yeni Osmanlıcılık’ başlığı altında tartışmalara yol açtı. Türkiye’nin yaşadığı bu siyasi paradigma değişimi, özellikle emperyalist ve kolonyalist geçmişleriyle tanınan ve Türkiye’nin de müttefiki olan Batı dünyasının önde gelen ülkelerini de derinden rahatsız etti.
Almanya kendi nüfuz alanı olarak gördüğü Türkiye’nin gerçekleştirdiği ekonomik ve siyasi gelişmeyi yakından takip ederek Türkiye’yi kendi ekseninde tutmaya yönelik ılımlı adımlar atmayı tercih etse de, Türkiye’nin özellikle dış politika alanında yaşadığı değişim, bölgesel ve uluslararası konularda aktif, kendi çıkarlarını önde tutan ve müttefiklerini de bu çizgiye gelmeye zorlayan tavır, Türkiye’yi Almanya için alışılmış ‘pasif ve bağımlı müttefik’ konumundan ‘aktif ve bağımsız rakip’ konumuna taşıdı.
Türkiye’nin gerçekleştirdiği değişim, bu açıdan bakıldığında Almanya’nın Türkiye politikalarında yaşanan değişimin de ana unsuru olarak görülebilir. Çünkü Almanya her ne kadar Türkiye politikalarını belirleyen, yukarıda izah edilen ana dinamikten vazgeçmemişse de, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik gücünün artması ve giderek bağımsızlaşması, Almanya’yı Türkiye’yi yeniden ‘pasif ve bağımlı müttefik’ konumuna döndürmeyi hedefleyen politikaları benimsemeye zorladı ve zorlamaya da devam ediyor.
Almanya için bu bağlamda sorun teşkil eden en önemli unsurun ise Türkiye’yi karşısında rakip haline getiren siyasi irade olduğunu söylemek yanlış olmaz. Gezi Parkı olaylarını Türkiye’yi yeniden kendi etki alanına sokacak siyasi değişim için adeta bir fırsat olarak gören Almanya, Türkiye’nin seçilmiş hükümetine karşı o ana kadar sürdürdüğü ılımlı ve dolaylı karşıtlığı, sert ve doğrudan karşıtlığa dönüştürdü ve bu dönüşüm Almanya’nın değişen Türkiye politikalarının çerçevesini belirleyen en önemli adım oldu. Gezi Parkı olaylarına Alman devletinin verdiği açık destekle yaşanan kırılma, Ermeni soykırımı iddialarını tanıyan tasarı önergesinin Alman parlamentosu tarafından kabulü, demokrasi ve insan hakları konusunda Türkiye’ye yöneltilen ağır ve mesnetsiz eleştiriler, Türkiye’nin teröre destek veren ülke olarak lanse edilmesi ve 15 Temmuz’da yaşanan darbe girişiminde Türkiye hükümetine destek verilmemesiyle devam etti.
Alman siyasilerin Nisan ayındaki anayasa referandumunda açıkça cephe almaları ve başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu olmak üzere birçok AK Partili siyasetçinin Almanya’daki Türk vatandaşlarıyla bir araya gelmesini engellemesi, iki ülke arasındaki gerginliği daha önce eşine rastlanmamış bir boyuta taşıdı.
Türkiye’nin siyasi ve ekonomik anlamda bağımsızlaşarak Avrupa, Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da bir rakip haline gelmesi dışında rahatsız eden bir diğer unsur ise Türkiye’nin Almanya’da 3 milyondan büyük bir nüfusa tekabül eden diasporasını sosyal ve kültürel anlamda himaye etmeye başlaması. Türkiye’nin bu konudaki girişimlerini yakından takip eden Almanya, Türkiye’nin Almanya’daki diasporası ile sosyal ve kültürel manada kurduğu ilişkileri dahi kendisi için bir tehdit olarak görmekte ve bu çerçevedeki faaliyetlerin önünü kesmek için yoğun bir çaba gösteriyor.
PKK, FETÖ ve DHKP-C gibi terör örgütlerine açıkça müsamaha gösteren Almanya, kendisi sağlı-sollu partileriyle bağlantılı vakıflar üzerinden ‘demokrasi ve insan hakları’ retoriğiyle Türkiye’de üstü kapalı faaliyetler içindeyken, Almanya’da Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) camilerinde görev yapan imamları casuslukla, Türkçe dersi veren öğretmenleri ise siyasi propaganda yapmakla suçluyor; Türkiye’nin diasporası ile sosyal ve kültürel yakınlaşmasından rahatsızlık duyduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Almanya’nın Türkiye’nin iç ve dış siyasetine yön vermek için bu kadar açık şekilde angaje oluşu Türkiye’nin Almanya için önemini ortaya koyarken, aynı zamanda Türkiye’nin Almanya için ne denli ciddi bir rakip haline geldiğini de gösteriyor. Bu yüzden Almanya, Türkiye’ye yönelik politikalarına yön verdiğini öne sürdüğü demokratik prensipleri bir kenara bırakarak açık bir şekilde pragmatist ve saldırgan bir tutum içine girmiş bulunuyor.
Hristiyan demokratlardan liberallere, sosyal demokratlardan sosyalistlere uzanan geniş bir yelpazeye yayılan Alman siyasetçilerin tamamının Türkiye karşıtı söylemde birleşmesi ve artık Türkiye karşıtlığından açık bir Türkiye düşmanlığına evrilen popülist söylemlerle oy oranlarını artırmaya çalışması da oldukça ilginç bir başlık teşkil ediyor. Çünkü bu durumu, Alman toplumunun epey geniş bir kesiminin paylaştığı olumsuz Türkiye algısının, artık Türkiye karşıtlığına ve hatta Türkiye düşmanlığına doğru kaymasının bir sonucu olarak görmek yanlış olmaz. Alman siyaseti uzun zamandır toplumdaki mevcut Türkiye karşıtlığını hem popülist söylemlerle körükleme hem de iç siyasetleri için desteğe çevirme hedefiyle hareket ediyor.
Sonuç olarak, Almanya ve Türkiye arasındaki ilişkiler özel ve ayrıntılı başlıklara indirgenmeden, karşılıklı politikaları belirleyen ana dinamikler üzerinden ele alındığında, tarihi derinliğe ve köklere sahip bu ilişkilerin seyri üzerinde etkili olan en önemli unsurun, Almanya’nın Türkiye’yi eşit bir müttefik olarak değil, siyaseti Almanya’nın çıkarlarına paralel olarak belirlenmesi gereken pasif ve bağımlı bir müttefik olarak görmesi olduğu söylenebilir. Almanya’nın I. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşadığı siyasi değişimler, II. Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkileri ve 1945 sonrasında meydana gelen yeni siyasi dengelere rağmen, Türkiye’ye yönelik müttefiklik anlayışının temel dinamiklerde bir değişiklik olmadığını söylemek yanlış olmaz. Bu tespitler ışığında Almanya ve Türkiye arasındaki siyasi, ekonomik ve sosyal gerilimler, müttefik olan iki bölgesel gücün, küresel güç olma yolunda karşı karşıya gelmesiyle ortaya çıkan mücadelenin sonucu olarak yorumlanabilir.
FACEBOOK YORUMLAR