Almanya'da aşırı sağın yükselişi AB'yi etkileyebilir
Almanya’da Brandenburg ve Sachsen-Anhalt eyaletlerinde 1 Eylül 2019’da yapılan eyalet parlamento seçimleri, Almanya için Alternatif Partisi’nin (AfD) oylarının yükselişine sahne oldu.
Almanya’da Brandenburg ve Sachsen-Anhalt eyaletlerinde 1 Eylül 2019’da yapılan eyalet parlamento seçimleri, Avrupa Parlamentosu seçimlerinden sonra bir kez daha Almanya için Alternatif Partisi’nin (AfD) oylarının yükselişine sahne oldu. 2013 yılında kurulan aşırı sağcı parti, Almanya’daki yüzde 5’lik barajı aşarak Federal Parlamento’ya girdiğinden bu yana, her seçimde oy oranlarını arttırarak siyasi hayatına devam ediyor.
Almanya’nın doğusundaki Brandenburg ve Sachsen-Anhalt eyaletlerindeki seçimlerin her ikisinde de parti, zirvedeki partileri zorlayarak az farkla ikinci parti konumuna geldi. Sosyal Demokratların kalesi olan Brandenburg’da, yüzde 5,7 düşüşle ve yüzde 26,2 oranıyla birinci parti olan Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) ardından, AfD yüzde 17,8 artışla ve yüzde 27,5 oranıyla ikinciliğe yerleşti. Hıristiyan Demokratların güçlü merkezi Sachsen-Anhalt eyaletinde ise yüzde 7,3 düşüşle yüzde 32,1 oy oranına ulaşan CDU’nun peşinden, yüzde 17,8 artışla yüzde 27,5 oy alan AfD seçimi yine ikinci sırada tamamladı.
Brandenburg’da yaklaşık 2,5 milyon, Sachsen’de ise 3,3 milyon insanın oy kullanma hakkının bulunduğu bu son seçimlerde, AfD kazandığı sandalye sayılarıyla, şimdiye kadar alışılagelmiş koalisyonların yapılabilmesini her iki eyalette de epey zora sokmuş görünüyor.
AfD’nin Almanya’daki yerleşik partiler arasında henüz çok yeni olduğunu, üstelik savunduğu fikirlerin Almanya’da yasak olan Nazizm’e ne kadar yakın olduğunu göz önüne alırsak, partinin oy oranının yükselmesini ciddiye almak gerekiyor.
Seçimlere katılım oranları gerekçe değil
Seçime katılım Brandenburg’da 1990’dan bu yana en düşük oranda gerçekleşerek yüzde 49,1 olarak kayıtlara geçti. Sachsen’de ise tam aksine, şimdiye kadarki en yüksek oranlardan biri olarak yüzde 66,6 katılım kaydedildi. Görüleceği üzere, seçime katılımın düşük olması AfD’nin güçlenmesine tek başına dayanak oluşturmuyor. Beş doğu eyaletinde AfD en güçlü parti konumunda bulunuyor. On bir batı eyaletinde ise CDU, Yeşiller ve SPD’nin ardından gelmekle birlikte, AfD özellikle CDU ve SPD taraftarlarından kazanımlar elde etme yolunda ilerliyor. Dolayısıyla AfD’nin sadece doğu eyaletlerinde etkili olduğunu söylemek de doğru olmayacaktır. Son iki eyalet seçiminde AfD’nin oylarının artmasında, Başbakan Merkel’in göçmen politikasının yanı sıra, doğu eyaletlerindeki eski kömür ocaklarının kapatılması planlarının da etkisi olmuştu. Ayrıca son dönemde yapılan anketlerin gösterdiğine göre, AfD seçmenlerinin neredeyse yarısı partinin fikirlerinin hepsini desteklemese ve esasen başka partilerin taraftarları olsalar da, Almanya’da genel siyasetten memnuniyetsizlikleri onları bu partiye kaydırıyor ve neticede AfD’nin oyları her seçimde yükselmiş oluyor.
Almanya’da her üç seçmenden biri popülist fikirlere sahip. Bu rakam Alman toplumunun üçte ikisinin popülist ve/veya aşırı sağcı olmadığı anlamına da geliyor. Gerçekten aşırı sağ fikirleri destekleyenlerin sayısı Alman nüfusuna oranla hâlâ azınlıkta kalıyor olsa da AfD’nin oluşturduğu esas tehlike, geleneksel partilerin seçmenlerini de etkileyebilmesidir.
Almanya’da seçim sonuçlarıyla ilgili kimi uzmanlar korkulacak bir şey olmadığını, aslında AfD’nin beklenenden daha az oy aldığını ifade ederken, diğer bir kesim ise partinin artan oy oranının Almanya’da ciddi bir kimlik sorununa işaret ettiğini belirtiyor. AfD’nin Almanya’daki yerleşik partiler arasında henüz çok yeni olduğunu, üstelik savunduğu fikirlerin Almanya’da yasak olan Nazizm’e ne kadar yakın olduğunu göz önüne alırsak, partinin oy oranının yükselmesini ciddiye almak gerekiyor. Avrupa’ya yoğun mülteci akınlarının yaşandığı bu dönemde, mülteci ve bilhassa İslam karşıtı aşırı sağ partinin taraftarlarının –Almanya’nın ekonomik durumunun kötü olmamasına rağmen– artması, Almanya’da bir şeylerin yanlış gittiğine işaret ediyor. Bu yanlış giden şeyler arasında yabancı düşmanlığının gün geçtikçe daha büyük bir sorun haline gelmesi ise sadece Almanya’ya değil, Almanya’dan kolayca etkilenebilecek diğer Avrupa Birliği (AB) üye devletlerine de bir tehdit oluşturuyor. İç ve dış güvenlik ayrımının kalmadığı mevcut uluslararası ortamda, aşırı sağ popülist hareketlerin normal sınırlar içinde görülür olması ve AfD’nin taraftarlarının kısa süre içerisinde hatırı sayılır bir oranda artmış olması gerek Almanya gerekse diğer AB ülkelerindeki aşırı sağın yükselişi için bir gösterge oluşturuyor.
Aralık 2018’de Hıristiyan Demokrat Parti’nin başkanlığından ayrılan Angela Merkel’in 2021’deki seçimlerde görevinden ayrılmasının Alman siyasetinde nasıl bir sonuç doğuracağı henüz kestirilemezken, AfD’nin kazandığı bu başarının doğru şekilde analiz edilmesi hem Almanya hem AB hem de bölge açısından çok büyük bir önem taşıyor.
Eğilim Avrupa’ya yayılabilir
Mayıs 2019’daki Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde Avrupa aşırı sağının yaptığı ortak toplantılar, birbirlerinden cesaret alabileceklerine işaret ediyor. 2013 yılında kurulduğunda yüzde 4,7’lik oyuyla Federal Meclis’e girmeyi kıl payı kaçıran parti, 2014 yılında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Almanya’ya ait olan 96 sandalyenin 7’sini almayı başarmıştı. Nefret suçlarında yaşanan ciddi artışla birlikte, her iki aşırı sağcıdan birinin şiddete eğilimli olması ve pek çoğunun silah kullanma deneyiminin olması, yabancılara karşı işlenen suçları münferit olmaktan çıkarıyor. Üstelik polis ve asker içinde de aşırı sağ fikirlere sahip kişilerin yer alması, yabancılara karşı işlenen suçlarda daha organize ve rahat hareket edebilmelerini sağlıyor.
Almanya’da Populistbarometre’ye ve Bertelsmann Vakfı tarafından 2018’de yapılan bir araştırmaya göre her üç seçmenden biri (yüzde 30,4) popülist fikirlere sahip. Bu rakam Alman toplumunun üçte ikisinin popülist ve/veya aşırı sağcı olmadığı anlamına da geliyor. Gerçekten aşırı sağ fikirleri destekleyenlerin sayısı Alman nüfusuna oranla hâlâ azınlıkta kalıyor olsa da AfD’nin oluşturduğu esas tehlike, geleneksel partilerin seçmenlerini de etkileyebilmesidir. Almanya’da yönetimde olan partilerin tamamı mevcut durumda AfD ile herhangi bir koalisyona gitmeyeceğini beyan ediyor. Ancak AfD’nin gerek federal düzeyde gerekse eyaletler düzeyinde elde ettiği oy oranları, esasen koalisyonlar üzerine kurulmuş Alman siyasi sistemini de epey zora sokarak yeni koalisyonların kurulmasını güçleştiriyor. Tam da bu yüzden, AfD’nin yükselişinin Alman siyasetçileri tarafından daha ciddiye alınarak seçmenlerin neden sandığa gitmediğinin ya da neden başka partiyi desteklediği halde AfD’ye oy verdiğinin saptaması gerekiyor.
Almanya’da olduğu gibi Hollanda, Belçika, Macaristan, Polonya gibi AB ülkelerindeki aşırı sağ akımların hiç de küçümsenmeyecek güçlerinin “sistem içinde, kanunlara uygun” algılanması, aşırı sağ popülizm karşısında gerekli önlemlerin alınmasını engelleyebilecektir.
Aralık 2018’de Hıristiyan Demokrat Parti’nin başkanlığından ayrılan Angela Merkel’in 2021’deki seçimlerde görevinden ayrılmasının Alman siyasetinde nasıl bir sonuç doğuracağı henüz kestirilemezken, AfD’nin kazandığı bu başarının doğru şekilde analiz edilmesi hem Almanya hem AB hem de bölge açısından çok büyük bir önem taşıyor. Zira küreselleşen uluslararası politikada artık hiçbir mesele küçük değil ve hiçbir mesele sadece bulunduğu coğrafi bölgeyi ilgilendirmiyor. Teknolojinin ilerlemesinin de etkisiyle, kıvılcımların bir anda alevlere ve sonra büyük yangınlara dönüştüğü bir uluslararası siyaset ortamında, önleyici çözümlemelerin zamanında devreye sokulması ehemmiyet arz ediyor.
Almanya’nın bu iki doğu eyaletindeki seçim sonuçlarının ve genel olarak AfD’nin güç kazanmasının Avrupa’daki yansımaları bu doğrultuda değerlendirilebilirse, barış ve güvenlik için önemli bir şey yapılmış olacaktır. Aksi takdirde, Almanya’nın Chemnitz kentinde aşırı sağcıların “göçmen avına” çıkmaları ya da yabancılara destek veren gazetecilerin hedef alınması gibi sorunlara yenileri eklenecektir. Almanya’da olduğu gibi Hollanda, Belçika, Macaristan, Polonya gibi AB ülkelerindeki aşırı sağ akımların hiç de küçümsenmeyecek güçlerinin “sistem içinde, kanunlara uygun” algılanması, aşırı sağ popülizm karşısında gerekli önlemlerin alınmasını engelleyebilecektir.
AB içinde İngiltere ile yaşanan Brexit’in yarattığı sarsıntı henüz çözülememişken, aşırı sağcı/popülist siyasetin güçlenmesinin sebep olacağı yeni kimlik krizleri hem Birlik hem de komşuları için sorun teşkil edecektir.
AB değerleri ve yeni kimlik krizi
AfD’nin güçlenmesi, diğer aşırı sağ hareketlerin de güçlenmesini kolaylaştıracağından, AB’nin savunduğu değerlerin aşınmasına da yol açarak bölge için barış ve refah ortamını bozabilecek yeni sorunlara neden olabilecektir. Bu yüzden Avrupa Parlamentosu içinde aşırı sağın gücü düşünüldüğünde de, Birliğin geleceğine karar vermede popülist hareketlerin yaratacağı erozyon doğru hesaplanmalıdır. Ortak bir ekonomik kalkınmışlığı ve gelişmeyi öngören AB içinde İngiltere ile yaşanan Brexit’in yarattığı sarsıntı henüz çözülememişken, aşırı sağcı/popülist siyasetin güçlenmesinin sebep olacağı yeni kimlik krizleri hem Birlik hem de komşuları için sorun teşkil edecektir. Yeni “ötekilerin” tanımlanması ve tüm sorunların müsebbibi olarak görülen bu “ötekilere” karşı düşmanca tutum takınılması, bumerang etkisiyle bir süre sonra Avrupa’nın kendi refahını bozabilecek, bu da yangının büyümesine neden olabilecektir.
[Dr. Nurgül Bekar Kastamonu Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]
FACEBOOK YORUMLAR