AB'nin iç sorunları derinleşiyor
AB günümüzde dağınık, parçalı, krizlerden olumsuz yönde etkilenmiş ve kötümserliğin etkisinde kalmış bir durumda.
Yüzyılın başında bir "Avrupa Federasyonu" veya "Avrupa Birleşik Devletleri" hayali gören Batı Avrupa’daki bütünleşme hareketi, 15 yıldan beri durgunluk içinde. Öncelikle Batı Avrupa’daki bu durgunluğun doğru analiz edilmesi ehemmiyet taşıyor; zira, AB’nin dağıldığı veya dağılmanın arifesinde bulunduğu şeklindeki görüş ve değerlendirmeler gerçeği yansıtmıyor. Doğru olan ifade, AB’nin bir ara dönem, bir nev’i “fetret devri” yaşamakta olduğudur. AB’nin karşı karşıya kaldığı sıkıntıların bir düzineye yakın sebebi bulunuyor.
Bugüne kadar tüm önemli gelişmeler “AB’nin motoru” kabul edilen Fransa-Almanya uzlaşması sonucunda mümkün olabildi. Ancak iki ülkenin farklı yönelimleri daha geniş bir mutabakatı zorunlu kılıyor.
Öncelikle, 2004 yılında 10 ülkenin birden AB’ye katılımının oluşturduğu sıkıntılar henüz aşılabilmiş değil. Gerçekten de anılan tarihte çoğunluğunu Varşova Paktı, SSCB ve Yugoslavya ardılı ülkelerin oluşturduğu 10 ülkenin AB’ye katılımının Avrupa bütünleşmesini ne şekilde etkileyeceği ve nasıl intibak sağlayacakları tartışılırken 2007 yılında Bulgaristan ve Romanya, 2013 yılında da Hırvatistan yeni üyeler olarak AB’ye dahil oldular. AB halen Türkiye, Karadağ ve Sırbistan’la tam üyelik müzakereleri yürütüyor. Bu ülkelerden Türkiye dışındakilerin 2025 yılında AB’ye tam üye olarak katılımları taahhüt edilmiş durumda. Coğrafi bakımdan Avrupa kıtasında yer alan her ülkenin bir şekilde AB’ye katılımının yol açtığı sıkıntıların başında refah toplumu özelliklerinin ortadan kalkması ve Avrupa vatandaşları arasında AB hakkında negatif düşüncelerin güçlenmesi geliyor.
2008 krizi avro bölgesini vurdu
AB’deki durgunluğun ikinci sebebi, ABD’de 2008 yılında patlak veren global ekonomik kriz oldu. O dönemde güçlü bir büyüme dinamiği yakalayan Türkiye’yi çok fazla etkilemeyen bu kriz AB’yi, özellikle de avro bölgesini perişan etti. Diğer üye devletlerden daha ileri seviyede bütünleşme sağlayan avro bölgesi ülkeleri, krizin ardından Maastricht Kriterlerindeki standartları korumakta büyük güçlük çektiler. Birçok ülkede enflasyon, faiz, bütçe açığı ve dış borcun ulusal gelire oranı Maastricht Kriterlerinden sapma gösterdi. Ekonomik göstergeleri bozulan ülkeler arasında ise ilk sırayı Yunanistan aldı. Bu ülkenin iflas etmekten kurtarılmasına özellikle itina gösterildi.
Türkiye-AB ilişkilerinin tamamen kesilmesi veya 2025’te tam üye olması seçenekleri mevcut koşullarda irrasyonel görünüyor. Türkiye-AB ilişkilerinde gelecek dönemde fiili durumun kısmî revizyonlarla devamı, en muhtemel seçenek.
Olağan koşullarda Yunanistan’ın avro bölgesinden çıkarılması gerekiyorken, böyle bir adım atılmadı ve avro bölgesine olumsuz etki etmemesi için Yunanistan, cömertçe yardımlarla kurtarıldı. Yapılan değerlendirmelere göre, Yunanistan’ın Maastricht Kriterlerinin gerisine düştüğü için avro bölgesinden ihraç edilmesi, hem diğer para birimleri karşısında avronun büyük ölçüde değer yitirmesine neden olacak hem de benzer sorunları olan diğer ülkeler için de ihraç mekanizmasının işletilmesi gerekecekti. Bu durumla gelecek bir netice olarak avronun değer ve AB’nin imaj kaybı, avro bölgesi ve Avrupa bütünleşmesi adına büyük zararlara neden olabilecekti. Tüm bunlardan kaçınmak için AB tarafından IMF ile birlikte Yunanistan için büyük bir kurtarma programı uygulamaya konuldu. 2008 krizinin etkisi Yunanistan’la sınırlı kalmayarak İspanya, Portekiz, İtalya ve hatta Fransa’yı da derin biçimde etkiledi. Keza, AB’ye yeni katılan ülkeler de ekonomik kriz nedeniyle büyük sıkıntılar yaşadılar.
Mülteci akını
Avrupa’daki durgunluğun bir diğer sebebi Arap Baharı döneminde siyasi bakımdan istikrarsızlaşan Suriye, Mısır ve Libya gibi ülkelerden, Kuzey Afrika’dan ve kimi Asya ülkelerinden AB ülkelerine yönelen mülteci akını oldu. Adeta yeni bir “kavimler göçü” görünümü taşıyan mülteci akını karşısında AB bir taraftan aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerle Geri Kabul Anlaşmaları yaparak düzensiz göçü önlemeye çalıştı; öte yandan da Schengen müktesebatı ile bağdaşmayan biçimde kimi ülkelerde iç sınırlarda pasaport kontrolü uygulamasını devreye soktu. Schengen’e dahil olan 22 AB ülkesinde “kazanımların kaybı” anlamına gelecek şekilde bir geriye gitme yaşandı. Mülteci akınıyla mücadele edebilmek için kimi ülkeler sınırlarına duvar örme ve dikenli tel çekme gibi aşırı uygulamalara giriştiler.
Yaşanan tüm bu olumsuz gelişmeler siyasete de yansıyarak AB üyesi ülkelerde yabancı düşmanı, aşırı milliyetçi, popülist siyasi partilerin kamuoyu desteği arttı. Kimi ülkelerde bu kategoriye dahil edilebilecek marjinal partiler hükümet ortağı oldular. Fransa’da Ulusal Cephe’nin (FN) arkasındaki kamuoyu desteği, partinin cumhurbaşkanı adayının ikinci tura kalmasına neden olacak şekilde yükseldi. Avusturya’da aşırı milliyetçi Özgürlük Partisi (FPÖ) iktidar ortağı oldu. Macaristan ve Polonya’da popülist hükümetler iş başına geldiler. Bu arada merkezde yer alan siyasi partilerin liderleri kamuoyu desteğini korumak ve oyları marjinal partilere kaptırmamak için popülist yahut aşırı milliyetçi söylemi giderek artan şekilde kullanmaya başladılar.
Brexit
Tüm bunların yaşandığı koşullarda, İngiltere’de AB üyeliğini müzakereye açma ve bir adım ötesi olarak da AB’den ayrılma, iç siyasi mücadelede bir alternatif olarak gündeme taşındı. İngiltere’nin AB’yi finansal bakımdan sübvanse ettiği, genel bütçeye katkısının her dönemde daha fazla olduğu İngiliz siyasetçiler tarafından sıklıkla tekrarlanmaya başlamıştı. Popülist baskı altında yürütülen propaganda faaliyetleri referandum kararı ile yeni bir aşamaya taşınmış oldu. 23 Haziran 2016’da İngiltere’de referandum yapıldı ve hiç beklenmedik bir şekilde, ayrılmak isteyenlerin oranı yüzde 52’ye ulaştı. Otuz üç milyon 600 bin kişinin oy kullandığı referandumda, ayrılma yanlısı olanlar diğerlerine 635 bin fark attı.
İngiltere’nin AB’den ayrılmasının diğer üye ülkelerde de AB’den ayrılma eğilimlerini tetikleyeceğini ileri sürmek mevcut koşullarda mümkün görünmüyor. Daha güçlü olan ihtimal, geriye kalan ülkelerin bir araya gelerek yapılacak reformlar konusunda arayışa girmeleridir. Bu perspektiften bakılınca, Brexit sonrasında AB’nin hareket kabiliyetinde bir canlanma yaşanması bekleniyor. Ancak şu hususu da vurgulamak lazım ki, İngiltere kadar belirgin olmasa da diğer ülkelerin de bütünleşmenin mevcut sorunları ve geleceği hakkında taşıdığı olumsuz görüşler var. Brexit’in gerçekleşmesi durumunda AB’nin yaşayacağı belki de en büyük kayıp, İngiltere’nin ekonomik kapasitesi olacaktır. Zira, İngiltere’nin GSMH büyüklüğü, AB’nin en yoksul 19 ülkesinin toplamına eşit seviyededir.
Günümüzde AB, yukarıda izah edilen sorunlar nedeniyle bir ara dönem yaşıyor. AB bütünleşmesinin nereye gittiği hem içeride hem de dış dünyada 15 yıldır tartışılmakta. Acaba AB bu ara dönemden reform yapılmak suretiyle çıkış yolu bulabilecek mi? AB’nin karşı karşıya kaldığı sıkıntılar Türkiye ile ilişkileri ne şekilde etkileyecek? Bütünleşmenin geleceği konusunda üye devletler arasındaki görüş ayrılıklarını yönetip yeni bir hedefe yönlendirmek acaba mümkün olacak mı?
Acil çözüm bekleyen sorunlar artıyor
Günümüzde AB’nin acil çözüm bekleyen sorunları bir düzineyi aşmış durumda. Bunların içinde en dikkat çekeni; bütünleşme hareketinin gelecek perspektifinin ortadan kalkmış olması ve üye ülkelerin ve AB vatandaşlarının örtülü veya açık biçimde kötümser beklentiler içine girmiş olmaları. Üye devletler arasında dayanışmanın azalması, Euro bölgesindeki sorunlar, mülteci akını, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi, aşırı milliyetçi siyasi partilerin güçlenmesi, günümüzde AB’nin en önemli sorunları olarak gözüküyor. Bütünleşme hareketinin geleceği, büyük ölçüde üye devletlerin bu sorunların çözümü konusunda alacakları tutuma bağlı olarak şekillenecektir. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, günümüzde AB’nin karşı karşıya bulunduğu durağanlığı aşmanın yolunu tayin edecek şey, ortak bir çaba ile gelecek perspektifi ortaya konulması veya konulamaması olacaktır.
AB günümüzde dağınık, parçalı, krizlerden olumsuz yönde etkilenmiş ve kötümserliğin etkisinde kalmış bir durumda. Avrupa kuşkuculuğu nedeniyle üye devletler arasındaki görüş ayrılıklarını ortadan kaldırma ve ortak bir vizyon ile yeni hedeflere yönelme mümkün olmamakta. Trump’ın 2017 yılında başkanlık koltuğuna oturduktan sonra Transatlantik Anlaşması müzakerelerini dondurması, AB’nin ABD ile ticari ilişkilerini de olumsuz yönde etkiledi. AB’nin NATO’dan bağımsız bir savunma örgütlenmesi görüşü eskiden beri Fransa tarafından savunuluyor. Ancak bunun uygulamaya aktarılma ihtimali bulunmuyor. Günümüzde 28 AB ülkesinin 22’si, ABD patronajındaki NATO’nun üyeleridir. NATO dışı alanda ortak savunma ve güvenlik oluşturma çabaları 1998 yılında Saint Malo Mutabakatı ile başlamasına rağmen, ortaya çıkan örgütlenme, üye ülkelerin askerlerinin barış gücü operasyonlarında görevlendirilmesinden öteye geçemedi.
AB’nin geleceği için yeni mutabakat gerekiyor
Avrupa bütünleşmesinin itici gücünün Almanya-Fransa uzlaşması olduğu görüşü genel olarak kabul görmektedir. Gerçekten de AB’nin tarihsel gelişimi bu iki devletin ortak iradesi ile şekillendi. AET’nin kurulduğu 1957 yılından 1990’a kadar Avrupa bütünleşmesinin temel yönlendiricisi Fransa oldu. 3 Ekim 1990’da iki Almanya’nın birleşmesi ve ardından da Orta ve Doğu Avrupa’daki ülkelerin AB’ye katılımı sonrasında durum değişerek Almanya dominant hale geldi. Nitekim Almanya’nın ekonomik ve siyasi bakımdan güçlü olması, buna mukabil Fransa’nın güçsüzlüğü bu durumu açıklamamıza yardımcı oluyor.
İki ülke arasında bugüne kadar çok sayıda önemli konuda iş birliğine gidildi. 1950’lerde gündeme gelen Schuman Planı, 1979’da Avrupa Para Sistemi ve 1992’deki Maastricht Antlaşması, Almanya ve Fransa’nın Avrupa bütünleşmesini ortak yönlendirdiklerini gösteren örneklerdir. Bununla birlikte günümüzde Avrupa bütünleşmesinin karşı karşıya kaldığı sorunların aşılmasında iki devletin iş birliğine gitmesi yeterli olmayacaktır. Zira yeni dünya koşullarında Fransa ve Almanya arasındaki uzlaşma ancan sembolik bir önemi haizdir. Esasen bugüne kadar ortaya konulan uzlaşma örnekleri daha çok “anlaşamamakta uzlaşma” karakteri taşıyor. Fransa, “Devletler Avrupası” görüşünü savunurken, Almanya “siyasi birleşme” yönünde irade ortaya koydu. Fransa’nın kısmen zayıflamış olması ve Almanya’nın hegemon gibi davranması, iki taraf arasındaki ilişkilerde bir dengesizlik doğurdu. Almanya’nın mali disiplin yanlısı, ekonomik reformları destekleyen ve siyasi birlikle yakından ilgilenen bir ülke olması, buna karşılık Fransa’nın mali konularda yetki devrine mesafeli ve siyasi bütünleşmeye karşı olumsuz bir tutum içinde bulunması, AB’nin motoru olduğu varsayılan Fransa-Almanya uzlaşısının çok da sağlam temellere dayanmadığını gösteriyor.
İkinci olarak, Fransa-Almanya uzlaşması esas itibarıyla Avrupa bütünleşmesi konusunda en düşük ortak paydayı simgeliyor. Bir başka ifadeyle, tarafların görüşlerini ihtiva eden uzlaşı metni, AB’nin karşı karşıya kaldığı sorunlar konusunda radikal adımlar atılmasına mâni olmakta. En sonunda, Maastricht Antlaşmasından günümüze, Avrupa bütünleşmesi Fransa ve Almanya’nın taleplerinin hepsinin yer aldığı çetrefil bir örgütlenme ortaya çıkardı.
Üçüncü olarak, AB’de mevcut sorunların aşılması ve ilerleme sağlanmasında Fransa-Almanya uzlaşması yetersiz kalmakta. Diğerlerinin de sistemin içine girmesi ve bütünleşmenin geleceği konusunda görüşlerini ortaya koyması gerekiyor. Bugüne kadar tüm önemli gelişmeler “AB’nin motoru” kabul edilen Fransa-Almanya uzlaşması sonucunda mümkün olabildi. Son 10-15 yılda yaşanan durağanlık ve devasa sorunların çözümü daha geniş bir mutabakatı zorunlu kılıyor.
Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği
AB’nin mevcut sıkıntılarından kurtulmasının ve durgunluktan çıkışın ileriye doğru mu, geriye doğru mu olacağı, 2020’lerde ve 2030’larda Avrupa bütünleşmesinin seviyesi ve niteliği pek çok iç ve dış faktöre bağlı olarak şekillenecek. Bu konuda daha net ifadeler kullanmak kahinlik olacaktır. AB’nin iç yapısındaki sorunlara ilave olarak Rusya, Çin ve ABD’nin takip edeceği politikalar, bir diğer ifadeyle dış faktörler de AB bütünleşmesini doğrudan veya dolaylı biçimde etkileyecektir.
Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde ise gelecek dönemde üç seçenek söz konusu. Bunlardan ilki, Türkiye’nin AB ile ilişkilerini tamamen koparması, Batı sisteminden uzaklaşıp Rusya ve Çin’le iş birliğine gitmesi; bir başka ifadeyle, Avrasya seçeneğidir. İkincisi, AB’nin “imana gelmesi”, Türkiye’ye haksızlık yapıldığını kabul etmesi ve müzakerelerin hızlı bir şekilde tamamlanması suretiyle Türkiye’nin 2025 yılında AB’ye tam üye olarak katılımı senaryosudur. Üçüncü seçenek ise uluslararası siyasi sistemdeki gelişmelere, AB iç yapısındaki değişikliklere paralel olarak Türkiye-AB ilişkilerinde kısmî revizyonlar yapılması, Geri Kabul Anlaşmasının yürürlüğe girmesi, vize muafiyetinin gerçekleşmesi, ikili siyasi ve ticari ilişkilerin devam etmesi ve bu arada gümrük birliğinin güncellenmesidir. Türkiye ile AB arasında ilişkilerin tamamen kesilmesi veya 2025’te tam üye olması seçenekleri mevcut koşullarda irrasyonel görünüyor. Dolayısıyla Türkiye-AB ilişkilerinde gelecek dönemde fiili durumun kısmî revizyonlarla devamı, en muhtemel seçeneği oluşturuyor.
[Prof. Dr. İrfan Kaya Ülger Kocaeli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesidir]
FACEBOOK YORUMLAR