AB'nin asıl hedefi Libya'da çözüm değil Akdeniz'de Türkiye'yi sınırlandırmak
Libya için 2011 yılında BM Güvenlik Konseyi tarafından alınan silah ambargosu kararını desteklemek için 2020 Mart ayında AB tarafından denetim misyonu kurulmasının arkasında yatan temel düşünce Türkiye’nin Akdeniz üzerindeki nüfuzunu kırmaktır.
Federica Mogherini’nin halefi olarak koltuğa oturan AB’nin yeni Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, 17 Şubat 2019’da Brüksel’de yaptığı açıklamada “Libya’ya yönelik silah ambargosunu denetlemek amacıyla Akdeniz’de yeni bir operasyon başlatma konusunda üye devletler arasındaki görüş ayrılıklarının giderildiğini” açıkladı. Borrell, bu konuda Ocak ayında yapılan Berlin toplantısında mutabakat sağlandığını, misyon konusunda kaygıları olan İtalya ve Avusturya’nın endişelerinin giderildiğini ve Mart ayı içinde daha somut adım atacaklarını öne sürdü.
2011 yılında Muammer Kaddafi’nin devrilmesinden sonra silahlı çatışmaların yoğunluk kazanması üzerine Libya için BM Güvenlik Konseyi tarafından silah ambargosu kararı alınmıştı. Bugüne kadar bu kararın denetlenmesi hususunda somut bir adım atılmadı. Konu, uzun bir aradan sonra ilk kez 19 Ocak 2019’da Almanya’nın başkenti Berlin’de toplanan Libya zirvesinde gündeme geldi. Üzerinde çalışılan silah ambargosu denetleme misyonunun gemiler, uçaklar ve uydu üzerinden yürütülmesi planlanıyor.
Denetim, Libya kıyılarına 100 kilometre mesafede konuşlanacak gemilerle sağlanacak. BM’nin Libya Özel Temsilci yardımcısı Stephanie T. Williams tarafından “şaka” olarak kabul edilen denetleme misyonu operasyonunun Mart ayı içinde daha da somut hale getirilmesi ve uygulamaya konulması bekleniyor. Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Borrell’e göre, Libya’da çatışan taraflara Türkiye ve Rusya tarafından askeri yardım yapılıyor ve AB de sadece tembel bir şekilde gelişmeleri seyretmekte. AB Bakanlar Konseyi tarafından silah ambargosunun denetlenmesi için misyon kurulması konusunda sağlanan görüş birliği, önümüzdeki dönemde AB’nin Akdeniz’deki gelişmelerle daha yakından ilgileneceğinin işareti kabul ediliyor. Öte yandan, AB’nin Akdeniz’deki düzensiz göç ve insan kaçakçılığı ile mücadele amacıyla 2015 yılında başlattığı Sophia misyonu etkisini yitirmiş durumda. Misyon kapsamında 2015-2018 yılları arasında Akdeniz’de 45 bin sığınmacı kurtarılmış, AB ülkeleri kurtarılan mültecilerin paylaşılması hususunda anlaşamadığı için bu kapsamda yürütülen gemi faaliyetlerine 2019 baharında son verilmişti.
Bu çalışma, AB’nin Akdeniz’de Libya ambargosunu denetleme misyonuna soyunmasının perde arkasını ortaya koyma amacı taşıyor. Bu kapsamda sırasıyla AB’nin Akdeniz politikasının tarihsel arka planı, Türkiye ile Libya arasında deniz egemenlik alanlarının sınırlandırılması anlaşması, Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğalgazın Avrupa’ya intikalini öngören EastMed doğalgaz boru hattı projesi ve AB’nin tutumu ele alınacak, silah ambargosu denetleme misyonunun amacının ne olduğu irdelenecektir.
AB’nin Mağrip ve Maşrık ülkeleriyle ilişkilerinin geçmişi
AB, Libya ile neden bu kadar yakından ilgilenmektedir? İlk akla gelen düşünce, mülteci göçünü önleme, Avrupa’nın yeni bir mülteci akınından korunmasıdır. Bu görüş doğru olmakla birlikte, meselenin öteki boyutları da ehemmiyet taşıyor. Evveliyetle son yıllarda ekonomik ve siyasal sorunlar yaşayan AB’nin dış politikada ortak hareket ettiğini gösteren başarılı örneklere ihtiyaç var. Akdeniz bu bakımdan dikkatleri üzerinde toplayan bir coğrafya. Üstelik AB’nin Kuzey Afrika (Mağrip) ve Doğu Akdeniz (Maşrık) ülkeleri ile ilişkilerinin geçmişi, örgütün kuruluş yıllarına kadar geri gidiyor. 1972 yılında Küresel Akdeniz Politikası ile ilk adım atılmış, o dönemdeki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), Türkiye, Fas, Tunus, Kıbrıs ve Malta gibi ülkelerle ticaret ve ortaklık anlaşmaları imzalamıştır.
1990 yılında Küresel Akdeniz Programı kısmî değişikliklerle revize edilmiş ve “Yenilenmiş Akdeniz Programı” adını almıştır. Bu programın temel hedefleri şu şekilde ilan edilmiştir: Akdeniz ülkelerinde ekonomik reformların teşvik edilmesi, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını arttıracak hukuki düzenlemeler yapılması, bölge ülkelerinin AET sanayi ürünlerine açılması ve ekonomik kalkınmanın teşvik edilmesi.
AB’nin Akdeniz Politikasının bir sonraki adımı ise Barselona Süreci olarak da bilinen AB-Akdeniz Ortaklığı olmuş, bu program ile Akdeniz’in bir barış adası haline getirilmesi, bölge ülkeleri ile ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkilerin derinleştirilmesi ve bölgenin yeniden yapılandırılması hedeflenmiştir. Fakat öngörülen hedeflere ulaşmada sıkıntılar yaşanması üzerine bu politika eski Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin önerileri temelinde güçlendirilmiş ve “Akdeniz İçin Birlik” adını almıştır. Netice olarak AB, 1970’li yıllardan beri Akdeniz’in etrafındaki ülkelerle yakından ilgilenmiştir. Bu ilginin gerisinde yatan temel düşünce bölge ülkelerinin sanayi ürünleri için pazar, hammadde temin alanı ve siyasi/ekonomik nüfuz bölgesi olarak görülmesidir. AB aynı zamanda enerji bağımlılığı nedeniyle Akdeniz ülkeleri ile yakından ilgilenmiştir. Özellikle 1973 Ekim ayındaki Arap-İsrail çatışmasının ardından gündeme gelen petrol ambargosu, AET ülkelerini Orta Doğu’nun bu kadim sorunu karşısında daha hassas ve objektif davranmaya itmiştir. Bu kapsamda İsrail ile yakın ilişki içinde olan Hollanda, Fransa ve İngiltere gibi ülkeler daha dengeli bir politika izlemeye başlamışlardır.
AB’nin Doğu Akdeniz politikasında enerjinin rolü ihmal edilebilir seviyede
AB’nin Akdeniz politikasının şekillenmesinde rol oynayan bir başka faktör de son 10 yılda Doğu Akdeniz havzasında doğalgaz yataklarının keşfedilmesi ve ardından deniz üzerindeki egemenlik alanları tartışmaları olmuştur. Doğu Akdeniz’de Mısır, Kıbrıs Rum Yönetimi ve İsrail havzalarında şu ana kadar keşfedilen doğalgaz yataklarının toplam rezervinin 3 trilyon metreküpten daha fazla olduğu, yeni keşiflerde bu miktarın artabileceği uzmanlık kuruluşlarının raporlarıyla kesinlik kazanmıştır.
Amerikan Jeolojik Araştırma Kurumu’nun (USGS) 2010 yılı raporunda Doğu Akdeniz havzasında toplam petrol rezervi 1,7 milyar varil, doğalgaz rezervi ise 3,45 trilyon metreküp olarak tahmin edilmiştir. Bölgede bugüne kadar kanıtlanmış doğalgaz keşifleri Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) sahasında bulunan Afrodit’de 129 milyar metreküp, Mısır sahasındaki Zohr’da 850 milyar metreküp ve İsrail’de bulunan Tamar’da 280 milyar metreküp ve Leviathan’da ise 620 milyar metreküp şeklindedir. Öte yandan Mısır’a ait Noor havzasında 1 trilyon metreküp doğalgaz bulunduğu iddia edilmiştir.
Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğalgaz rezervlerinin ilgili ülkeler bakımından büyük ehemmiyet taşıdığı kuşku götürmemektedir. Bununla birlikte bölgedeki doğalgaz rezerv toplam büyüklüğünün, İran (31,9 trilyon metreküp) ve Katar (24,7 trilyon metreküp) rezervleri dikkate alındığında sınırlı kaldıklarını da görmek gerekiyor. Doğu Akdeniz havzasında doğalgaz keşiflerinin ardından bölge, hem enerji şirketlerinin hem de dünyadaki büyük güçlerin ilgisini çekmiştir. Bölge ülkelerinde bulunan büyük güçlerin askeri üsleri takviye edilmiş, yeni üs alanları tahsisi için anlaşmalar yapılmış ve eş zamanlı olarak da Akdeniz’de savaş gemileri gösterisi şeklinde toplanmalar olmuştur.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) haklarını gündeme getirmesi ve bunu hukukileştirmek için Libya’daki merkezi hükümetle 27 Kasım 2019’da anlaşma imzalamasının ardından da askeri anlaşma ile bunu takviye etmesi, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi tarafından endişe ile takip edilmiştir. İsrail ve Mısır da bu gelişmeyi şaşkınlıkla takip etmişlerdir. İsrail’de EastMed projesi yerine doğalgazı Türkiye üzerinden Avrupa pazarlarına ulaştırma tartışmaları başlarken, Mısır yönetimi ise Türkiye’nin Libya ile yaptığı deniz egemenlik alanlarını sınırlandırma anlaşmasının kendisine avantaj sağladığını ve Akdeniz üzerindeki hakimiyet alanının arttığını görmüştür.
AB ise Doğu Akdeniz’de Türkiye ile GKRY arasındaki tartışmalı parsel ihtilafında Rumlar lehine tavır almıştır. Türkiye’nin Fatih sondaj gemisini bölgeye göndermesi üzerine AB Konseyi Başkanı Donald Tusk tarafından 9 Mayıs 2019’da şu açıklama yapılmıştır: “Avrupa Birliği, Kıbrıs’ın arkasındadır. Türkiye’yi AB üyesi ülkelerin egemenliğine saygılı olmaya çağırıyoruz. Avrupa Konseyi gelişmeleri yakından izlemeye devam edecektir.” Öte yandan Fransa ile GKRY arasında 15 Mayıs 2019’da savunma işbirliği anlaşması imzalanmıştır. Söz konusu anlaşma ile GKRY'ye bağlı Mari bölgesinde Fransa’ya deniz üssü tahsis edilmiştir. Bu üsteki gemilerin Fransız Total firmasının bölgedeki faaliyetlerinde koruma görevi yerine getireceği açıklanmıştır. İngiltere ise GKRY topraklarında bulunan Agrotur ve Dikelya’daki üslerde 17 olan savaş uçaklarının sayısını 138’e çıkarma kararı almıştır.
Bununla birlikte AB’nin Doğu Akdeniz’de Rumlar lehine tavır ortaya koymasının geri planında enerji kaynaklarını çeşitlendirme, Rusya’ya doğalgaz bağımlılığını azaltma düşüncesinin bulunduğunu ileri sürmek rasyonel gözükmüyor. Zira Doğu Akdeniz’deki doğalgaz rezervinin toplamı 3 trilyon metreküp seviyesinde iken, Rusya’nın toplam rezervi 38,9 trilyon metreküp, İran’ın 31,9 ve Katar’ın da 24,7 metreküptür. Dolayısıyla Doğu Akdeniz doğalgazının yıllık 194 milyar metreküp satış yapan Rus doğalgazının yerini alması ve onunla rekabet etmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla AB’nin Doğu Akdeniz’deki politikası ekonomik bir temele dayanmamaktadır. Temel düşünce, Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunu sınırlandırmak ve Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin resmi görüşlerine destek sağlamaktır.
AB’nin hedefi Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmasını askıda bırakmak
Türkiye ile Libya’da BM’nin tanıdığı ulusal mutabakat hükümeti arasında deniz yetki alanlarını sınırlandırma anlaşması, 27 Kasım 2019’da İstanbul’da imzalanmıştır. Anlaşmanın hukuki temeli, 1982 tarihli BM Deniz Hukuku Sözleşmesine dayanıyor. Deniz Hukuku Sözleşmesinin 74. ve 83. maddelerinde “sahilleri bitişik veya karşı karşıya olan devletler arasında münhasır ekonomik bölgenin sınırlandırılmasının bir anlaşma ile olacağı” kayıt altına alınmıştır.
Türkiye ile Libya arasında imzalanan anlaşmayla Akdeniz’de Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan egemenlik alanı 186 bin kilometrekare olarak belirlenmiştir. Böylece, Yunanistan ile Mısır ve Yunanistan ile GKRY arasında münhasır ekonomik bölge belirleme anlaşmalarının yapılması ihtimali ortadan kalkmıştır. Anılan taraflar arasında imzalanması öngörülen münhasır ekonomik bölgenin taslak çalışması, “Seville haritası” olarak biliniyor. Bu haritada Türkiye’nin Akdeniz’deki münhasır egemenlik alanı 41 bin kilometrekare ile sınırlandırılmış ve Türkiye adeta kıyı şeridine hapsedilmiş idi. Libya ile Türkiye arasında imzalanan ikinci metin, Güvenlik ve Askeri İşbirliği Anlaşması adını taşıyor. Bu anlaşma mucibince Türkiye, talep edilmesi halinde Libya’daki meşru hükümete askeri eğitim verecek, harp araç ve gereçleri konusunda teknik destek sağlayabilecektir.
AB, Türkiye ile Libya arasında imzalanan her iki anlaşma konusunda da derin kuşkular taşıyor. Ege ve Akdeniz’de Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin resmi tezlerini örtülü biçimde destekleyen AB’nin yetkilileri değişik platformlarda Türkiye’yi “uluslararası hukuka uymaya” çağırmaktalar. Libya’nın Atina’da bulunan büyükelçisi anlaşmanın imzalanmasından sonra “istenmeyen kişi” ilan edildi. Yunanistan Başbakanı Kriakos Miçotakis, ülkesinin denizdeki ekonomik çıkarlarının Türkiye tarafından ihlal edildiğini ve Türkiye’nin provokasyona başvurduğunu iddia etmiştir. Öte yandan Ocak ayı başında İsrail, Mısır, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın katılımıyla Doğu Akdeniz Gaz Forumu adlı bir örgütün kurulduğu ve bölgedeki doğalgazın, inşası öngörülen EastMed boru hatları kanalıyla Girit ve Yunanistan üzerinden Avrupa piyasasına sunulacağı öne sürülmüştür. Söz konusu boru hattının inşa edilmesini neredeyse imkânsız hale getiren üç mania ise şunlardır: Doğu Akdeniz’de yeterli düzeyde doğalgaz rezervinin bulunmaması, Akdeniz’in derinliğinin boru hattı inşası için uygun olmaması ve son olarak da boru hattının Türkiye’nin egemenlik sahasından geçmesi.
Dolayısıyla AB’nin Libya’da silah ambargosu denetimi misyonuna soyunmasının arkasında esas itibarıyla Ege ve Akdeniz’de Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi tezlerini destekleme düşüncesi vardır. İkinci olarak, Türkiye’nin Libya’daki iç savaşta merkezi hükümete askeri desteğinin arttırmasının çatışmaları alevlendireceği ve bunun da yeni mülteci akınına yol açacağı şeklinde bir değerlendirme yapılmıştır. Üçüncü olarak, AB’nin beklentisi çatışmalarda Türkiye ile Libya arasındaki anlaşmayı imzalayan Ulusal mutabakat Hükümetinin (UMH) başarısız olması ve anlaşmanın askıda kalmasıdır. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, Libya için 2011 yılında BM Güvenlik Konseyi tarafından alınan silah ambargosu kararını desteklemek için 2020 Mart ayında AB tarafından denetim misyonu kurulmasının gerisinde yatan temel düşünce, Türkiye’nin Akdeniz üzerindeki nüfuzunu kırmaktır.
[Prof. Dr. İrfan Kaya Ülger Kocaeli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesidir]
FACEBOOK YORUMLAR