Reklam

AB küresel güç denkleminde yerini arıyor

AB, kendi içinde yükselen popülizm gibi sorunları dahi çözmekte zorlandığı yeni dönemde Çin ile mücadeleye odaklanması beklenen ABD/NATO’nun yokluğunda başının çaresine bakabilmek zorunda.

AB küresel güç denkleminde yerini arıyor
Editör: Turkinfo.nl
28 Ocak 2020 - 20:44
Reklam
Reklam

ABD’nin son dönemde yükselen güç Çin ile mücadeleyi öncelik olarak belirlemesi ve uzun süredir kendisine doğru pozisyonu arayan NATO’yu da bu amaçla kullanma düşüncesi, Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerin, NATO/ABD’ye ne derece güvenileceği konusundaki endişelerini artırıyor. ABD, Donald Trump’ın başkanlığa gelmesiyle beraber dış politikada gözünü Asya-Pasifik bölgesine çevirirken, Avrupa ve NATO için tehdit ve güvenlik algılamasında en üstlerde bulunan Rusya da Orta Doğu ve Doğu Avrupa’da kendine yeni alanlar açmaya çalışmakta. Bunun yanında, Orta Doğu, Doğu Avrupa ve Kuzey Afrika gibi AB’nin yakın çevresindeki bölgelerde devam eden krizler ve ortaya çıkan yeni tehditler de Birliğin güvenlik algılamasında değişimler meydana getirmekte. Uluslararası sistemdeki bu yeni kaotik düzende AB liderlerinin de en çok tartıştığı konulardan biri NATO’suz bir AB’nin tüm bu tehditlere savunma ve güvenlik bağlamında ne kadar hazır olduğudur. Avrupa kıtasının korunmasında NATO ve ABD’ye tam olarak güvenilemeyeceği fikri, AB’nin NATO’dan bağımsız otonom bir askeri güç olarak da var olması gerektiği düşüncesini güçlendiriyor. Her ne kadar Avrupa kıtasının güvenliğini sağlama konusundaki başat rolü halen NATO deruhte ediyor olsa da AB uzun süredir askeri gücünü artırma ve otonom bir askeri güce dönüşme arayışında. Nitekim, aralıkta göreve başlayan AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in “gücün dilini öğrenmiş, güvenlik ve savunma alanında daha bağımsız ve güçlü AB” ifadeleri otonom askeri güç tartışmalarını destekler nitelikte. Peki, AB’nin birleşik bir orduya ve NATO’ya alternatif oluşturabilecek bir askeri güce sahip olma imkânı gerçekten var mı?

Ortak savunma fikri geçmişe uzanıyor

İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan büyük yıkım ve felaketlerin ardından, Avrupa kıtasına refah ve barışı yeniden getirmek amacıyla Almanya, Belçika, Fransa, İtalya, Hollanda ve Lüksemburg tarafından temelleri atılan Birlik, 31 Mart 2003 tarihinde Makedonya’daki iç çatışmaları bitirmek amacıyla ilk askeri operasyonunu başlattığında bazı siyasetçi ve akademisyenler operasyonu, ekonomik ve siyasi açıdan kurumsallaşmış ve dünya siyasetinde bu iki gücüyle etkili olan AB’nin uluslararası askeri bir güce dönüşme çabası olarak değerlendirdi. Mevcut haliyle, Belçika eski Dışişleri Bakanı Mark Eyskens’in 1991’deki betimlemesiyle “Ekonomik bir dev, siyasi bir cüce ve askeri bir solucana benzeyen” AB, Soğuk Savaş sonrası dönemde askeri kapasitesini geliştirmek amacıyla Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası (OGSP), Avrupa Savunma Ajansı (ASA) ve AB ordusu hayalinin en önemli adımlarından sayılan Yapılandırılmış Daimi İşbirliği (PESCO) gibi birçok organizasyon ve projeye imza attı.

Ortak savunma fikri, Birliğin ilk nüvelerinin ortaya çıktığı tarihlere kadar uzanıyor. AB’nin ilk yapı taşlarının oluşturulmaya başlandığı İkinci Dünya Savaşı ertesinde, Avrupa Savunma Topluluğu ve Batı Avrupa Birliği gibi güvenlik eksenli savunma örgütleri kurma denemelerinde bulunulurken, Fransa Başbakanı Rene Pleven’in girişimleriyle bir savunma ortaklığı oluşturma fikri de ortaya atıldı fakat büyük savaşın neden olduğu travmalar nedeniyle, ekonomik kalkınma ve siyasi entegrasyonu öne çıkaran bir anlayış benimsendi. Soğuk Savaş boyunca kıta sınırlarında Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikalarının etkisini yoğun şekilde hisseden AB, ABD ve NATO’nun “güvenlik şemsiyesi” altında ekonomik, siyasi ve sivil toplum gibi alanlarda gelişimini sürdürürken, savunma ve güvenlik planlarını da yaklaşık 40 sene yalnızca NATO ile sınırladı. 30 sene içinde yaşanan iki büyük savaşın Avrupa kıtası üzerindeki etkilerini ortadan kaldırmaya çalışan kıta ülkeleri, kıtanın neredeyse tek koruyucu gücü olan ABD liderliğindeki NATO sayesinde, sosyalist yayılmacılığın ve Sovyetler Birliği’nin nükleer tehdidine ciddi ölçüde maruz kalmadı. Bu tehditlerden olabildiğince az hasarla etkilenen AB ülkeleri, iki kutuplu dünya düzeninde yeniden kalkınmayı ve sosyo-ekonomik gelişmeyi sağlamayı başardı.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte en büyük rakibi Sovyetler Birliği'nin sahneden çekilmesiyle ABD, “özgür dünyayı” korumak için yaptığı büyük savunma harcamalarını azalttığı gibi, Sovyet sınırındaki NATO üyesi ülkelerde konuşlanan birliklerini de geri çekti. Sovyetler’in yıkılmasının akabindeki bu geçiş döneminde, Balkanlar’da yaşanan iç çatışmalar ve savaşlar, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi ve kıtada yeni ülkelerin bağımsızlık kazanması, üye ülkelerin Birliğin sınırlarını birlikte korumanın ve askeri güce sahip olma ihtiyacının farkına daha iyi varmasını sağladı. Böylece, 1992’de imzalanan Maastricht Anlaşması ile birlikte ilk defa Birliğin ortak bir dış politika ve savunma politikası oluşturuldu. Anlaşma, AB ülkelerine ortak dış politikalarını ve güvenlik iş birliklerini hayata geçirme zeminini hazırladı. Bunu, 1998’de Fransa ve İngiltere’nin girişimleriyle ortaya çıkan ve Helsinki Zirvesi’nde resmiyete dökülen ortak güvenlik ve savunma politikasının oluşturulması izledi. Birlik, ilk kez kendi güvenlik ve savunma politikalarını üretme imkanına sahip olduğu gibi, gerekli durumlarda üye ülkelerin askerlerinden oluşan güçlerle askeri operasyonlar düzenleyebilecekti. 1992 Maastricht Anlaşması ile başlayan süreç kademe kademe ilerleyecek ve AB bu süreçte 60 bin kişilik Avrupa Acil Müdahale Gücü, Avrupa Savunma Ajansı, askeri operasyonların maliyetlerinin karşılanması amacıyla ATHENA mekanizması, askeri planlama komitesi ve Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilciliği gibi birçok önemli kurumsal düzenlemeyi hayata geçirecekti.

Özellikle 2003’te AB tarihinin ilk askeri operasyonu “Operasyon Concordia”nın Makedonya’da devam eden iç çatışmalar ve karışıklıklara engel olarak bölgeye istikrar getirmek amacıyla başlatılması, gelişen AB askeri gücünün somut tezahürü haline geldi. Alman General Rainer Feist’in komutası altında 400 kişilik birliğin bölgede konuşlandırıldığı ve NATO askeri ekipmanlarının kullanıldığı operasyon ile birlikte AB, ekonomik ve siyasi gücünün yanı sıra askeri güç seçeneğini de masaya ekledi.

AB, 2003 yılında Makedonya’da devam eden iç çatışmalara engel olmak için başlatılan Operasyon Concordia’dan sonra 11 askeri operasyon daha gerçekleştirmesine rağmen, ortak dış politika belirlemede yaşanan sorunlar nedeniyle uluslararası siyasette etkin bir askeri güce dönüşmeyi başaramadı.

"Daha güvenli Avrupa", fakat kimin koruyuculuğunda?

AB, Operasyon Concordia’dan sonra 11 askeri operasyon daha gerçekleştirse ve askeri kapasitesini artırma yolunda önemli mesafeler kat etse de üye ülkeler arasında yaşanan anlaşmazlıklar ve ortak dış politika belirlemede yaşanan sorunlar nedeniyle uluslararası siyasette etkin bir askeri güce dönüşmeyi başaramadı. Zira, Avusturya, Danimarka, İsveç ve İrlanda gibi bazı üye ülkeler AB’nin nasıl bir güç olması gerektiğiyle ilgili net fikirlere sahip olmadıkları gibi askeri gücün AB’nin sivil ve normatif gücüne zarar vereceğini iddia ederek, AB’nin sivil gücünü koruması gerektiğini savunmaktalar. Öyle ki, Danimarka, ortak savunma ve güvenlik politikaları işbirliklerine katılmamış, 2017’de ortak bir AB ordusu fikrinin en önemli girişimlerinden olan PESCO’nun bir parçası olmayı da reddetmiştir. Öte yandan, Letonya, Litvanya, Macaristan ve Polonya gibi PESCO’ya imza atan bazı üye ülkeler, NATO’ya alternatif bir güvenlik işbirliğine karşı çekincelerini belirterek temel güvenlik ittifakı olarak NATO’nun kalması gerektiğini vurgulamaktalar. Bu ülkeler, AB’nin askeri kapasitesini ve savunma harcamalarını ABD kadar artıramayacağını, bu nedenle de NATO’dan vazgeçmenin Avrupa kıtasının güvenliğini riske atmak olduğunu ileri sürüyor ve bu nedenle birlikten ayrılmaya hazırlanan İngiltere gibi Avrupa’nın korunmasında daha Atlantikçi bir yaklaşım benimsemekteler.

Bunların yanı sıra, üye ülkelerin Afrika ve Balkanlar gibi coğrafyalardaki farklı çıkar ve işbirlikleri, savunma harcamalarını artırmaya olan isteksizlikleri ve ABD/NATO’nun uzun süredir devam eden koruyuculuğunun verdiği rahatlık gibi diğer nedenlerin AB askeri gücünün istenilen seviyeye ulaşamamasına neden olduğu düşünülüyor. NATO’nun temel askeri ve savunma harcama standartlarına dahi uymayan ve askeri harcamalarını artırmakta gönülsüz davranan birçok Avrupa ülkesinin, AB’nin aynı tür girişimlerine de yeterli katkıyı sunmakta isteksiz davrandığı belirtiliyor. Her ne kadar hızlı şekilde geliştirilmeye çalışılan PESCO kapsamında 12 Kasım 2018’de imzalanan 13 yeni askeri ve savunma projesi ile toplam askeri ve savunma projesi sayısı 47’ye ulaşsa da PESCO şu an sadece askeri silah ve ekipman satışı seviyesindedir. Nitekim yukarıda belirtilen sorunlardan ötürü henüz askeri birlik ve hayal edilen AB ordusuna ulaşılacak boyuta gelmemiştir. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in, AB’nin henüz Avrupa’yı tek başına savunabilecek savunma ve askeri güce ulaşamadığı yönündeki ifadeleri de dikkate alındığında AB’nin bu bağlamda kat edecek yolunu olduğu değerlendirilebilir.

NATO’nun “beyin ölümünün” gerçekleştiğini, geleceğinin büyük bir bilinmezlik olduğunu söyleyen Macron’un, bunu NATO’yu uyandırmak için söylediği ileri sürülse de, bu sözler aslında AB için birçok zorlukla karşılaşacağı yeni bir döneme işaret ediyor.

Washington Avrupa ordusu ister mi?

AB’nin uluslararası sistemde bir askeri güç haline gelme ihtimaline ve olası bir AB ordusuna ilişkin ABD yaklaşımının ne olacağı, Birliğin önündeki bir diğer sorun olarak görünüyor. Washington yönetimi, AB’nin ilk ortak güvenlik ve savunma politikasının oluşturulmasından bu yana AB ülkelerinin askeri harcamalarını artırmalarından memnun olduğunu vurgulasa da uzun vadede NATO’ya, dolayısıyla ABD’ye alternatif bir AB gücünden rahatsız olacağı aşikardır. Bunun sebepleri arasında, ABD yönetiminin NATO sayesinde Avrupa kıtası üzerinde oluşturduğu etkinliğini ve güvenlik merkezli hegemonyasını kaybetmek istemeyeceği gösterilebilir. ABD, AB’yi değerli bir müttefik olarak gördüğünü vurgulayarak siyasi ve ekonomik birçok alanda işbirliğine gitse de NATO’dan ve dolayısıyla kendisinden bağımsız AB askeri gücünün uluslararası düzende etkin olmasını çıkarlarına aykırı bulmaktadır. Üst düzey NATO Askeri Komite Başkanı General Stuart Peach de 2017’deki Halifax Uluslararası Güvenlik Forumu’nda yaptığı bir konuşmada bu duruma işaret ederek, NATO gibi güçlü bir ittifaka alternatif yaratabilecek AB ordusunun gereksiz ve istenmeyecek bir durum olduğunu vurgulamıştı. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg de AB’nin askeri kapasitesini artırma çabalarının NATO’ya da katkı sağlamasından memnuniyet duyacağını ancak hem AB hem de NATO üyesi ülkeler için NATO harici ikinci bir güvenlik ittifakının uygun olmayacağını ifade etmişti. Ne var ki, askeri alanda daha otonom bir AB siyaseti güden ve NATO’nun “beyin ölümünün” gerçekleştiğini, bu nedenle geleceğinin ne olacağı konusunda büyük bir bilinmezlik olduğunu ileri süren Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron da olası bir AB ordusunun NATO’ya alternatif olmayacağını açıklamak zorunda kalmıştı. Geçen yıl da bir açıklamasında ABD’ye ihtiyaç duymayan bir Avrupa hayal ettiğini söyleyen Macron’un sözlerine yalnızca NATO ve ABD kanadından değil, AB üyesi ülkelerden de tepkiler geldi. Baltık bölgesindeki konumu nedeniyle siyasi ve askeri çekişmeleri en çok hisseden ülkelerden Letonya’nın Cumhurbaşkanı Egils Levits, Macron’un sözlerine karşı çıkmış ve NATO’nun halen dünyadaki en güçlü ittifak ve Avrupa için bir koruyucu olduğunu söylemişti.

Kimilerine göre Macron’un “uyuyan dev” NATO’yu uyandırmak için söylediği vurgulanan bu sözler, aslında AB için de birçok zorlukla karşılaşacağı yeni bir döneme işaret ediyor. NATO’nun, çok hızlı değişen yeni uluslararası güç dengelerinde rolü ve ABD’nin Avrupa için halen güvenilir bir müttefik olup olmayacağının yanı sıra AB’nin İngiltere’nin ayrılmasından sonra oluşacak geçiş dönemindeki boşlukları nasıl yöneteceği gibi sorular, özellikle Çin’in hızlı yükselişi ve ABD-Çin rekabetinin ticaret savaşları şeklindeki yansımalarından sonra iyice yüksek sesle sorulmaya başlandı. Birliğin iki nükleer güce sahip ülkesinden olan İngiltere’nin ayrılmak üzere oluşu AB açısından savunma ve askeri bağlamda da zorlu bir durum olarak görülüyor. İngiltere’nin ayrılmasının, AB’nin zaten tartışmaya açık olan askeri kapasitesini ve savunma gücünü oldukça zayıflatacağı yorumları yapılıyor.

AB Komisyonu Başkanı von der Leyen’in yeni dönemdeki vaatleri arasında bulunan “güvenlik ve savunma alanında daha bağımsız ve güçlü AB” hedefinin ne kadar gerçeğe dönüşebileceği konusunda AB’nin daha alacak çok mesafesi var.

Daha güçlü AB için fırsatlar ve zorluklar

AB Komisyonu Başkanı von der Leyen’in yeni dönemdeki vaatleri arasında bulunan “güvenlik ve savunma alanında daha bağımsız ve güçlü AB” hedefinin ne kadar gerçeğe dönüşebileceği konusunda AB’nin daha alacak çok mesafesi var. Avrupa kıtasının savunmasını uzun yıllar ABD öncülüğündeki NATO’ya bırakmak zorunda kalan AB, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ortaya çıkan kaotik uluslararası düzende, ortak bir dış ve güvenlik politikası belirleme ihtiyacı hissetmiş, böylece PESCO’ya kadar devam eden ve Avrupa ordusu hayallerinin temellerinin atıldığı dönem başlamıştır. Ne var ki, gelinen son noktada Avrupa ordusu fikri Birlik üyesi ülkeler nezdinde dahi büyük bir itibar görmüyor. Dış politikada üyelerini neredeyse nadiren tek bir görüş etrafında toplamayı başarabilen AB yönetimi, Birliğin ekonomik ve sivil gücünün yanına askeri gücü eklemek konusunda gelecekte de oldukça zorlanacaktır.

Son dönemde başta ABD, Çin ve Rusya gibi aktörlerle ilişkiler konusunda ortak bir dış politika ortaya koyamayan, iki nükleer gücünden İngiltere’yi kaybetmek üzere olan ve çevresindeki kriz bölgelerine karşı etkili kararlar almakta yetersiz kalan AB’nin, belirsizliklerin ve korumacı önlemlerin giderek arttığı günümüzde yalnızca ekonomik ve sivil bir güç olarak dünya siyasetine yön vermesi çok zor görünüyor. Birliği daha kapsayıcı, çok yönlü ve girişken bir siyasete zorlayacak yeni dönemin temel zorunluluğu ise AB’nin askeri kapasitesini geliştirmesi, savunma gücünü artırması ve üye ülkeleri Avrupa kıtasının ortak savunma ile çok daha güvenli olabileceğine inandırmasıdır. AB, kendi içinde yükselen popülizm gibi sorunları dahi çözmekte zorlandığı yeni dönemde Çin ile mücadeleye odaklanması beklenen ABD/NATO’nun yokluğunda başının çaresine bakabilmek zorundadır. Önümüzdeki süreçte AB’nin, von der Leyen’in vurguladığı gibi “gücün dilini” öğrenmeye ihtiyacı var. Aksi takdirde, askeri gücün olmadığı AB dış politikası ve diplomasisi Prusya Kralı Büyük Frederik’in ifadeleriyle “enstrümansız müzik yapmaya çalışmaya” benzeyecektir ve AB bu müziği enstrümansız da çalabileceği konusunda uzun yıllardır beyhude çabalamaktadır. Gelecekte askeri güce dönüşmeyi ve ortak Avrupa ordusunu kurmayı başarmış bir AB, mevcut koşullarda gerçekçi görünmemektedir.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum

Tüm gelişmelerden haberdar olmak için Turkinfo Hollanda Haber'i:

Adreslerinden takip edin!