AB, kendi kendisine güvensizlik krizi yaşıyor
AB, kendi kendisine güvensizlik krizi yaşıyor
Editör: Turkinfo.nl
07 Ekim 2010 - 21:53
İtalya´da iki ayda bir yayımlanan jeopolitika dergisi Limes´de "Il Ritorno del Sultano" (Padişahın Geri Dönüşü) başlıklı bir röportaj yayımlandı.Limes´in Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile yaptığı röportaj şöyle:
Türkiye Cumhuriyeti´nin 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 1950 yılında, cumhuriyetin doğuşunun kutlandığı gün olan 29 Ekim´de Kayseri´de doğdu. Ilımlı tavırları nedeniyle takdir edilen, ülkesinin AB´ye kabul edilmesi için gerekli demokratik reformların büyük teşvikçisi Gül, 90´lı yılların başlarında, dışişleri bakanı gibi son derece önemli bir görev icra etti. Ekonomist olan Gül, 1991´de Refah Partisi saflarında parlamentoya girmek üzere seçilinceye kadar, İslam Kalkınma Bankası dâhilinde önemli mevkilerde görev yaptı. 1999´da Fazilet Partisi kurucuları arasında yer aldı. Bu parti kapatılınca, 2001´de AK Partiye katıldı. 2002´de, partinin en önde gelen üyesi Recep Tayyip Erdoğan´ın seçim yasağı nedeniyle, hükûmetin başına gelmek üzere göreve çağrıldı. Dinî düşmanlığa tahrik gerekçesiyle tutuklanmış olması nedeniyle elinden alınan seçim haklarının lider Edoğan´a iade edilmesinden sonra Gül, başbakanlık görevinden istifa etti. 2007´de partisi tarafından cumhurbaşkanlığına aday gösterildi. Hanımı başörtüsü takan bir cumhurbaşkanı adayına itiraz eden muhalefetin boykotu, askerlerin kararlı bir siyasi müdahalesini de gören, uzun süreli bir kurumsal kriz başlattı ve iktidar partisi tarafından açık farkla kazanılan erken seçimle çözüme kavuşabildi.
Gül, 28 Ağustos 2007´de cumhurbaşkanlığına seçildi. Limes ile söyleşisi, Eylül 2010´da, Cumhurbaşkanlığının İstanbul Tarabya´daki yazlık konutunda gerçekleşti.
SORU: Sayın Gül, 1980 darbesinden sonra yapılan anayasayı değiştirmek için 12 Eylül tarihinde Türkiye´de bir halk oylaması yapıldı. Değişiklik önergelerini içeren paket geniş kapsamlıydı ama esas noktalar, bu ülkede her zaman çok etki sahibi olan özellikle generallerin güçlerinin sınırlandırılmasını konu alıyordu. Sonuçtan memnun musunuz?
GÜL: Oylamaya sunulan konulara bakıldığında, bir Avrupa çerçevesine giren ve Türkiye´deki standartları AB düzeyine uyarlama talebini konu alan maddelerin olduğu görülüyor. Birer birer ele alındığında maddelerin her biri konu olarak farklı meseleleri ele alıyordu: Sivil denetçi (ombudsman) figürü, Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu, Anayasa Mahkemesinin oluşumunun genişletilmesi ve tabii ki askerler ile siviller arasındaki ilişkileri konu alan değişiklikler.
SORU: Peki şimdi "evet"ler üstün geldiğine göre yeni bir anayasanız olacak mı?
GÜL: Sonuç her ne olursa olsun, üzerinde oylama yapılan şey önemliydi ve ortaya çıkan tercihleri kabul etmek gerekir. Türkiye´de anayasanın sivil makamlar tarafından hazırlanması gerektiğini her zaman savundum. İşte bu yüzden yeni bir anayasa meselesi her zaman ülkenin gündeminin başında, önemli bir konu oldu.
SORU: Şayet "hayır" üstün gelmiş olsaydı, en ateşli milliyetçilerin ve Ergenekon adı verilen sistemin arkasındaki en karanlık ve darbeci güçlerin kafalarını kaldırabilecekleri korkusu yok muydu?
GÜL: Yasalar mevcut ve bir hukuk devletine sahibiz. Her demokraside seçimler olduğunda sonuçların kabul edilmesi gerekir. Riayet edilmesi gereken kurallar bunlardır.
SORU: Başbakan Erdoğan bunun sadece yeni bir başlangıç olduğunu, reformlar için yeni bir hareket noktası olduğunu söyledi. Siz de onunla birlikte o dönemin başlıca aktörlerinden birisi oldunuz. Hükûmetin şimdi kafasında hangi reformlar var?
GÜL: Şimdi yasama mekanizmamızı hızlı bir şekilde AB müktesebatıyla uyumlaştırmaya devam etmeliyiz. Bugün sözünü ettiğimiz reform budur. Türkiye, AB tarafından talep edilen uyumlaştırma konusunda yoluna devam etmektedir. Bu sürecin büyük hıza sahip olduğu anlar da oldu, böyle olmadığı anlar da. Ancak süreç başlatıldı.
SORU: İsrail uzun yıllar boyunca sıkı bir müttefikiniz oldu. 90´lı yıllarda Ankara ile Kudüs arasında "demir eksen" diye tabir edilen sonuca götüren nedenler hangileri oldu ve bugün yaşanan, neredeyse kopmanın nedenleri nelerdir?
GÜL: Bizim İsrail ve halkıyla hiçbir türden sorunumuz olmadığını açıklamama izin verin. Hemfikir olmadığımız, sadece, İsrailli siyasetçilerin bazı uygunsuz tercihlerini ilgilendiren bir meseledir. Tarihe bakacak olursak, Yahudilerin İspanya´dan kovulduğu ve Osmanlı İmparatorluğu´nda barış ve huzur bulduğu zamanı düşünüyorum. Başka yerlerde sığınacak yer arayan diğer Yahudilere neler olduğunu da biliyoruz. Daha sonra Ankara, İsrail´i tanıdı ve hem İsrail ile hem de Arap ülkeleriyle ilişkilerini geliştirerek Orta Doğu barışına katkıda bulundu. Bundan kısa süre önce, neredeyse aralarında doğrudan müzakerelere kadar götüren, İsrail-Suriye diyaloğunda da yer aldık. Bu tercihlerin çoğu son on yıl zarfında, hatta benim bakanlık yaptığım dönemde de görev yapan hükûmetlerimiz (AK Parti yönetimindeki) tarafından gerçekleştirildi. Şahsen belki de on kez İsrail´e ziyarette bulundum. Başbakan Erdoğan da ziyaretlerde bulundu. Cumhurbaşkanı Şimon Peres Ankara´ya geldi, parlamentomuz önünde konuşma yaptı. Bunların her biri birer anlam taşıyan ve ilişkilerimize kolaylık sağlayan unsurlardır. Kısacası, İsrail ile ilişkilerimizin bloke olduğu söylenemez.
SORU: Mavi Marmara krizinden sonra ilişkilerde ne şekilde atılım sağlanabilir?
GÜL: Filo meselesini dikkatle incelemek istersek o zaman uluslararası sularda bulunurken bir ülkenin askerleri tarafından saldırıya uğrayan ve üzerinde cinayetler işlenen Türk gemilerinden bahsediyoruz. Ölen insanlar oldu. Bu, göz yumulabilecek bir konu değildir. Bu türden olaylar olduğunda, özenle incelemek gerekir. Eğer iyi niyet varsa, özür dilenirse, ekonomik tazminatlar karşılanır ve hatalar kabul edilirse, işte eğer bunlar gerçekleşirse o zaman doğal olarak bunların ilişkileri düzeltmeye faydası olacaktır. Ama bu yönde çaba gösterme ve bir hata yapıldığını kabul etme iradesi olması gerekir. Çünkü dokuz kişinin öldürülmesinden bahsediyoruz. Bu olaylar karşısında gerektiği şekilde hareket edilirse, o zaman gelecekten bahsedebiliriz.
SORU: Türkiye´nin dış politikasına bakıldığında, özellikle de dışişleri bakanlığındaki halefiniz Ahmet Davutoğlu´nun damgasını vurduğu idari çizgiye bakıldığında, artık sadece Avrupa´ya giriş üzerinde yoğunlaşmadığınız izlenimi ediniliyor. Balkanlar, Kafkaslar, Rusya ve Orta Asya´dan geçerek, Afrika´dan Orta Doğu´ya artık 360 derece oynuyorsunuz izlenimi hâkim. Artık Avrupa´dan bir cevap beklemeyen, hatta kendi oyununu empoze eden önemli bir bölgesel güç gibi hareket ediyorsunuz. Doğru mu?
GÜL: İleri sürdükleriniz doğrudur. Ancak AB´ye girişin mutlak önceliğimiz olarak kaldığını söylememe izin verin. Dünya ile ilişkilerimizin temel direğini oluşturmaktadır. Bu bir yana, her büyük ülke için olduğu gibi Türkiye için de etrafına dikkatlice bakarak, kendi bölgesi üzerinde yoğunlaşması doğaldır. Bu kimi zaman yanlış yorumlanıyor. Doğaldır. Ama Türkiye´nin, ilişki içerisinde olduğu tüm ülkelerin (kuzey, güney, doğu ve batıda bulunan) zararına, sadece ve sadece AB üzerinde odaklanabileceğini savunmak normal değildir. Daha geniş bir skala üzerinde yoğunlaşmamız ise normaldir; çünkü Balkanlar, Afrika, Orta Asya ve Orta Doğu´da önemli ilişkilere sahibiz. Bu ilişkileri harekete geçiriyor ve geliştiriyoruz; buna saygı duyulmalıdır çünkü bunu yapıcı şekilde gerçekleştiriyoruz. Eğer yıkıcı şekilde gerçekleştiriyor olsaydık, o zaman tartışma farklı olabilirdi. Ama her şeyden önce, nereye gidersek gidelim değerlerden bahsediyoruz. Değerlerden kastımız, demokrasi ve insan haklarına saygıdır. Gittiğimiz ülkelerin bu değerleri uygulamasını, pekiştirmesini salık veriyoruz. İkinci olarak, diğer ülkeler için de kalkınma ve refah anlamına gelen bir ekonomik iş birliği başlatıyoruz. Üçüncü olarak da özellikle doğal afetlerin yaşandığı yerlere insani yardım sağlıyoruz.
SORU: Bu yaklaşımı yeni-Osmanlı olarak tanımlamak uygun düşer mi?
GÜL: Biz dış politikamızı bu şekilde nitelemeyi düşünmedik. Doğal olarak tarihimizle gurur duyuyoruz. Tarih, kelimenin de belirttiği gibi tarihtir, yani geçmiştir. Biz günümüze bakıyoruz. Sınırlarımız var, kendi hükûmet tarzımız var ve ülkemizin durumunu gerçekçi olarak tanımlıyoruz. Belki bir örnek ile izah edebilirim. İngilizlerin kendi milletler topluluğu var ancak hiç kimse bunu Britanya İmparatorluğu olarak anmıyor. Fransızların bazı Afrika ülkeleriyle sıkı ilişkileri var. İspanya, bazı Latin Amerika ülkeleriyle önemli ilişkiler içerisinde. İtalya, ortak bir geçmişe sahip olduğu ülkelerle özel ilişkiler besliyor. Aynı şekilde Türkiye, Orta Asya, Rusya, Balkanlar, Orta Doğu ile ilişkilere sahip. Dış politikamızı bu bakış açısından değerlendirmek gerekir.
SORU: Osmanlı İmparatorluğu´na kıyasla bugün Türkiye nedir? O çok etnikli devletin mirasçısı mı yoksa tamamen farklı bir ulusal yapı mı?
GÜL: Bu soruya, Türkiye Cumhuriyeti kurularak cevap verildi. Çünkü imparatorluklar, cumhuriyetlerden farklı oluşumlardır. İmparatorlukların kendine özgü çok etnikli ve çok coğrafyalı (bir nevi federasyon ya da otonom bölgelere sahip bir federal sistem) bir yapıları vardır. Türkiye Cumhuriyeti, ulusal bir devlettir. Doğal olarak, imparatorluk sınırları dâhilinde yer almış ve Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Kürt ve diğerlerinin birlikte yaşadığı topraklar mevcuttur. Biz bu ülkelerin çoğuyla iyi ilişkiler içindeyiz ve geçmişteki ilişkilerimiz münasebetiyle, bu ülkelerle dostluk köprüleri kurma olanağına sahibiz.
SORU: Avrupa´ya girme hedefiniz bakımından bugün hangi noktadayız? Müzakerelerde zorluklarla karşılaşıldığı aşikâr. Bunun sorumluluğu kimin?
GÜL: İtalya, AB´nin kurucu bir üyesi ve her zaman bizim yanımızda oldu, bizi çok destekledi. Bu nedenle halkınıza ve Türkiye´yi destekleyen tüm hükûmetlere minnettarız. Şimdi sorunuza cevap olarak söyleyeceklerimin siz İtalyanları gücendirmemesini umuyorum ama şunu söylemem gerekir ki kanımca müzakerelerde karşılaşılan güçlüklerin en büyük sorumlusu AB´dir.
SORU: Neden?
GÜL: Çünkü bence AB, kendi kendisine güvensizlik krizi yaşamaktadır. Bu krizin derinliğinin, vahimliğinin ve öneminin henüz tam olarak bilincinde değildir. Dolayısıyla Avrupa, yapması gereken konusunda stratejik bir görüş geliştiremiyor.
SORU: Türkiye´nin AB´ye doğru katettiği yolda karşılaştığı zorluklar sizi endişelendiriyor mu?
GÜL: Hayır, endişeli değilim. Türkiye önemli bir yola girmiştir. Bugün itibarıyla daha demokratik bir ülkeyiz, demokrasi standartlarımızı yükselttik ve bu bağlamda pek çok ilerleme kaydetmeye devam etmekteyiz. Ekonomi konusunda da oldukça umutluyuz. Türkiye açısından gelecek parlak olacak. Eğer AB verdiği sözleri tutarsa, bundan her iki taraf da fayda sağlayacaktır. Avrupa´da, Türkiye´nin 30 yıl önceye uzanan bir imajını yansıtan bazı siyasetçilerin beyanatları olduğunu biliyorum. İstanbul´un harikulade ve müthiş olduğunu ama ilgi çekici başka hiçbir şeyin olmadığını söyleyen siyasetçiler... Bunun doğru olmadığını keşfettiklerinde onlar için çok geç olacak.
SORU: Avrupa ile yaşanan zorluklar demişken, en karmaşık düğümlerden birisi Kıbrıs düğümü. Her ikisi de sol partilerden gelen iki cumhurbaşkanı, Kıbrıslı Rum Dimitris Hristofyas ve Kıbrıslı Türk Mehmet Ali Talat arasındaki müzakereler, somut sonuçlar ortaya koymadı. Böylece özellikle uluslararası düzeyde tanınmayan taraf olan, adanın kuzeyinde yaşayan umudu kırılmış halk, muhafazakâr Derviş Eroğlu´nu yeni devlet başkanı olarak seçti. Eroğlu, adanın birleşmesi değil, iki farklı oluşum yanlısı. Ankara´nın üzerinde büyük nüfuza sahip olduğu Kıbrıs´ın yaşadığı bu zorlu ihtilaftan, Türkiye´nin Avrupa´ya doğru gidişini yarıda kesecek durdurmanın gelmesinden endişe etmiyor musunuz?
GÜL: Kıbrıs konusunda endişeliyim. Ama benim endişem Türk bağlamından ziyade Avrupa ve müttefik olarak tanımlayabileceklerimize ilişkin. Çünkü Kıbrıs meselesi, Avrupa ile genel anlamda müttefikler arasındaki iş birliği ve dayanışmayı olumsuz etkiliyor. Hassas bir dünyada yaşıyoruz. Gelecekte hangi güçlüklerle karşılaşacağımızı bilmiyoruz ama kesin olan bir şey var ki bu güçlükler her halükârda aramızda büyük bir dayanışmayı gerektirecek. Çözüme kavuşturulmamış bir Kıbrıs meselesi, Avrupa´ya ve üye devletlerine pek çok sorun yaratabilir. Bu bir risktir. Ancak Türkiye´yi, Kıbrıs´ı ve Kıbrıslı Türkleri ilgilendiren spesifik meseleye ilişkin olarak, gerek Türkiye´nin gerekse Kıbrıslı Türklerin sorunu çözmeye çalışmak için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını söylemek gerekir. Müttefik ülkelerin asker ve barış güçleri gönderdikleri dünyanın pek çok bölgesi mevcut. Ayrıca NATO´da veya başka alanlarda Kıbrıs düğümünden doğabilecek pek çok sorun var; çünkü bu, enerji gibi en stratejik sektörlerden bazılarında iş birliğini engelleyen bir sorundur. Kıbrıs sorunu çözülmezse, enerji alanındaki ilişkilerimizin ilerlemesi de frenlenir. Nitekim Avrupa´ya emin bir enerji tedarikinin ne şekilde garanti edileceği konusunda hâlâ ciddi bir tartışma yok. Öyle ki AB´nin Türkiye ile üzerinde tartışması gereken ilgili müzakere başlığı açılmadı. Ankara´nın katılımının başlangıçta olumlu olarak görüldüğü ancak bugün hareketsiz duran (enerjiden başlamak üzere) tüm bu cepheler var. Türkiye´den ziyade Avrupa için, müttefikler için endişe duyuyorum. Spesifik olarak Kıbrıs´ın durumuna gelince, Cumhurbaşkanı Eroğlu, Cumhurbaşkanı Talat tarafından dokunan ipi oldukça yapıcı bir şekilde yeniden ele aldı ve müzakereler taraftarı. Şimdi AB de müzakereler yönünde itiyor.
SORU: Direkt tecrübeniz dolayısıyla şartlarını iyi bildiğiniz bir başka hassas nokta da Ermeni meselesi. Ermenistan ile Türkiye arasındaki futbol karşılaşması vesilesiyle iki yıl önce Erivan´a gerçekleştirdiğiniz ziyaret ve ardından Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ile yapılan görüşmeler, bir ümit dalgası ve Ermenistan ile Azerbaycan arasında 1993´te vuku bulan savaştan beri hareketsiz durumdaki bir diyaloğun yeniden başlaması sonucuna götürdü. Ancak şimdi bu noktada da süreç durdu ve Ermeni meselesinin çözümünü Ankara´nın AB´ye girişi için şart koşulmasını savunanlar var. Siz buna ne cevap veriyorsunuz?
GÜL: Ankara´nın AB´ye girişiyle Ermeni meselesi arasında ilişki yoktur. Tabii ki Türkiye´nin barış ve iş birliği için yapıcı politikalar izlemesi açısından, bölgemizdeki sorunların çözülmüş olması büyük önem taşımaktadır. Samimiyetimiz tanınsın: Kafkaslar´da istikrar sağlanması için çalıştık. Bizzat kendim de Ermenistan ile girişimi başlatmak suretiyle bu yönde ilk adımları attım. Ermeni meselesi, çözülmesi gereken bir meseledir. Şimdi belki de sessiz diplomasi zamanıdır.
SORU: "Sessiz diplomasi" ile ne kastediyorsunuz?
GÜL: Sessiz ve kararlı bir diplomasi.
SORU: Yani hiçbir kamusal girişim yapılmadan, sadece gizli müzakerelerle mi?
GÜL: Bir çözüme ulaşabilmek için şu anda yapılması gerekenin bu olduğu kanısındayım.
SORU: Sayın Cumhurbaşkanı, yıllar geçtikçe Türkiye enerjik, azimli, git gide daha refah içinde, kendisine çok güvenen bir ülke olarak kendisini gösteriyor. Her hâlükârda daha 15 yıl öncesine kıyasla çok farklı bir ülke. 15 yıl sonra Türkiye´yi nerede görüyorsunuz?
GÜL: Türkiye´nin değişmekte olduğu şüphe götürmez. 2002´ye bakacak olursak, bankalar iflasın eşiğine ve ekonomik sistem çökme noktasına gelmiş, gayri safi yurtiçi hasıla büyük ölçüde küçülmüştü ve bizler, uluslararası ortamda kendi fikrimizi bile söyleyemiyorduk. Şimdi, yaklaşık 10 yıl sonra, tam hız büyüme içerisinde bir ekonomiyle karşı karşıya bulunuyoruz. Kriz zamanında bile Türkiye, 130-140 milyar doları aşan değerde mal ihraç etmeyi başardı. 15 yıl sonra Türkiye´nin çok farklı bir yerde olacağını sanıyorum. Şu an itibarıyla Avrupa´nın altıncı ekonomisi durumunda. Araştırma ve eğitim alanlarında yapılan yoğun yatırımları göz önüne alarak, dördüncü güç olacağımızı tahayyül edebilirim.
Türkiye Cumhuriyeti´nin 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 1950 yılında, cumhuriyetin doğuşunun kutlandığı gün olan 29 Ekim´de Kayseri´de doğdu. Ilımlı tavırları nedeniyle takdir edilen, ülkesinin AB´ye kabul edilmesi için gerekli demokratik reformların büyük teşvikçisi Gül, 90´lı yılların başlarında, dışişleri bakanı gibi son derece önemli bir görev icra etti. Ekonomist olan Gül, 1991´de Refah Partisi saflarında parlamentoya girmek üzere seçilinceye kadar, İslam Kalkınma Bankası dâhilinde önemli mevkilerde görev yaptı. 1999´da Fazilet Partisi kurucuları arasında yer aldı. Bu parti kapatılınca, 2001´de AK Partiye katıldı. 2002´de, partinin en önde gelen üyesi Recep Tayyip Erdoğan´ın seçim yasağı nedeniyle, hükûmetin başına gelmek üzere göreve çağrıldı. Dinî düşmanlığa tahrik gerekçesiyle tutuklanmış olması nedeniyle elinden alınan seçim haklarının lider Edoğan´a iade edilmesinden sonra Gül, başbakanlık görevinden istifa etti. 2007´de partisi tarafından cumhurbaşkanlığına aday gösterildi. Hanımı başörtüsü takan bir cumhurbaşkanı adayına itiraz eden muhalefetin boykotu, askerlerin kararlı bir siyasi müdahalesini de gören, uzun süreli bir kurumsal kriz başlattı ve iktidar partisi tarafından açık farkla kazanılan erken seçimle çözüme kavuşabildi.
Gül, 28 Ağustos 2007´de cumhurbaşkanlığına seçildi. Limes ile söyleşisi, Eylül 2010´da, Cumhurbaşkanlığının İstanbul Tarabya´daki yazlık konutunda gerçekleşti.
SORU: Sayın Gül, 1980 darbesinden sonra yapılan anayasayı değiştirmek için 12 Eylül tarihinde Türkiye´de bir halk oylaması yapıldı. Değişiklik önergelerini içeren paket geniş kapsamlıydı ama esas noktalar, bu ülkede her zaman çok etki sahibi olan özellikle generallerin güçlerinin sınırlandırılmasını konu alıyordu. Sonuçtan memnun musunuz?
GÜL: Oylamaya sunulan konulara bakıldığında, bir Avrupa çerçevesine giren ve Türkiye´deki standartları AB düzeyine uyarlama talebini konu alan maddelerin olduğu görülüyor. Birer birer ele alındığında maddelerin her biri konu olarak farklı meseleleri ele alıyordu: Sivil denetçi (ombudsman) figürü, Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu, Anayasa Mahkemesinin oluşumunun genişletilmesi ve tabii ki askerler ile siviller arasındaki ilişkileri konu alan değişiklikler.
SORU: Peki şimdi "evet"ler üstün geldiğine göre yeni bir anayasanız olacak mı?
GÜL: Sonuç her ne olursa olsun, üzerinde oylama yapılan şey önemliydi ve ortaya çıkan tercihleri kabul etmek gerekir. Türkiye´de anayasanın sivil makamlar tarafından hazırlanması gerektiğini her zaman savundum. İşte bu yüzden yeni bir anayasa meselesi her zaman ülkenin gündeminin başında, önemli bir konu oldu.
SORU: Şayet "hayır" üstün gelmiş olsaydı, en ateşli milliyetçilerin ve Ergenekon adı verilen sistemin arkasındaki en karanlık ve darbeci güçlerin kafalarını kaldırabilecekleri korkusu yok muydu?
GÜL: Yasalar mevcut ve bir hukuk devletine sahibiz. Her demokraside seçimler olduğunda sonuçların kabul edilmesi gerekir. Riayet edilmesi gereken kurallar bunlardır.
SORU: Başbakan Erdoğan bunun sadece yeni bir başlangıç olduğunu, reformlar için yeni bir hareket noktası olduğunu söyledi. Siz de onunla birlikte o dönemin başlıca aktörlerinden birisi oldunuz. Hükûmetin şimdi kafasında hangi reformlar var?
GÜL: Şimdi yasama mekanizmamızı hızlı bir şekilde AB müktesebatıyla uyumlaştırmaya devam etmeliyiz. Bugün sözünü ettiğimiz reform budur. Türkiye, AB tarafından talep edilen uyumlaştırma konusunda yoluna devam etmektedir. Bu sürecin büyük hıza sahip olduğu anlar da oldu, böyle olmadığı anlar da. Ancak süreç başlatıldı.
SORU: İsrail uzun yıllar boyunca sıkı bir müttefikiniz oldu. 90´lı yıllarda Ankara ile Kudüs arasında "demir eksen" diye tabir edilen sonuca götüren nedenler hangileri oldu ve bugün yaşanan, neredeyse kopmanın nedenleri nelerdir?
GÜL: Bizim İsrail ve halkıyla hiçbir türden sorunumuz olmadığını açıklamama izin verin. Hemfikir olmadığımız, sadece, İsrailli siyasetçilerin bazı uygunsuz tercihlerini ilgilendiren bir meseledir. Tarihe bakacak olursak, Yahudilerin İspanya´dan kovulduğu ve Osmanlı İmparatorluğu´nda barış ve huzur bulduğu zamanı düşünüyorum. Başka yerlerde sığınacak yer arayan diğer Yahudilere neler olduğunu da biliyoruz. Daha sonra Ankara, İsrail´i tanıdı ve hem İsrail ile hem de Arap ülkeleriyle ilişkilerini geliştirerek Orta Doğu barışına katkıda bulundu. Bundan kısa süre önce, neredeyse aralarında doğrudan müzakerelere kadar götüren, İsrail-Suriye diyaloğunda da yer aldık. Bu tercihlerin çoğu son on yıl zarfında, hatta benim bakanlık yaptığım dönemde de görev yapan hükûmetlerimiz (AK Parti yönetimindeki) tarafından gerçekleştirildi. Şahsen belki de on kez İsrail´e ziyarette bulundum. Başbakan Erdoğan da ziyaretlerde bulundu. Cumhurbaşkanı Şimon Peres Ankara´ya geldi, parlamentomuz önünde konuşma yaptı. Bunların her biri birer anlam taşıyan ve ilişkilerimize kolaylık sağlayan unsurlardır. Kısacası, İsrail ile ilişkilerimizin bloke olduğu söylenemez.
SORU: Mavi Marmara krizinden sonra ilişkilerde ne şekilde atılım sağlanabilir?
GÜL: Filo meselesini dikkatle incelemek istersek o zaman uluslararası sularda bulunurken bir ülkenin askerleri tarafından saldırıya uğrayan ve üzerinde cinayetler işlenen Türk gemilerinden bahsediyoruz. Ölen insanlar oldu. Bu, göz yumulabilecek bir konu değildir. Bu türden olaylar olduğunda, özenle incelemek gerekir. Eğer iyi niyet varsa, özür dilenirse, ekonomik tazminatlar karşılanır ve hatalar kabul edilirse, işte eğer bunlar gerçekleşirse o zaman doğal olarak bunların ilişkileri düzeltmeye faydası olacaktır. Ama bu yönde çaba gösterme ve bir hata yapıldığını kabul etme iradesi olması gerekir. Çünkü dokuz kişinin öldürülmesinden bahsediyoruz. Bu olaylar karşısında gerektiği şekilde hareket edilirse, o zaman gelecekten bahsedebiliriz.
SORU: Türkiye´nin dış politikasına bakıldığında, özellikle de dışişleri bakanlığındaki halefiniz Ahmet Davutoğlu´nun damgasını vurduğu idari çizgiye bakıldığında, artık sadece Avrupa´ya giriş üzerinde yoğunlaşmadığınız izlenimi ediniliyor. Balkanlar, Kafkaslar, Rusya ve Orta Asya´dan geçerek, Afrika´dan Orta Doğu´ya artık 360 derece oynuyorsunuz izlenimi hâkim. Artık Avrupa´dan bir cevap beklemeyen, hatta kendi oyununu empoze eden önemli bir bölgesel güç gibi hareket ediyorsunuz. Doğru mu?
GÜL: İleri sürdükleriniz doğrudur. Ancak AB´ye girişin mutlak önceliğimiz olarak kaldığını söylememe izin verin. Dünya ile ilişkilerimizin temel direğini oluşturmaktadır. Bu bir yana, her büyük ülke için olduğu gibi Türkiye için de etrafına dikkatlice bakarak, kendi bölgesi üzerinde yoğunlaşması doğaldır. Bu kimi zaman yanlış yorumlanıyor. Doğaldır. Ama Türkiye´nin, ilişki içerisinde olduğu tüm ülkelerin (kuzey, güney, doğu ve batıda bulunan) zararına, sadece ve sadece AB üzerinde odaklanabileceğini savunmak normal değildir. Daha geniş bir skala üzerinde yoğunlaşmamız ise normaldir; çünkü Balkanlar, Afrika, Orta Asya ve Orta Doğu´da önemli ilişkilere sahibiz. Bu ilişkileri harekete geçiriyor ve geliştiriyoruz; buna saygı duyulmalıdır çünkü bunu yapıcı şekilde gerçekleştiriyoruz. Eğer yıkıcı şekilde gerçekleştiriyor olsaydık, o zaman tartışma farklı olabilirdi. Ama her şeyden önce, nereye gidersek gidelim değerlerden bahsediyoruz. Değerlerden kastımız, demokrasi ve insan haklarına saygıdır. Gittiğimiz ülkelerin bu değerleri uygulamasını, pekiştirmesini salık veriyoruz. İkinci olarak, diğer ülkeler için de kalkınma ve refah anlamına gelen bir ekonomik iş birliği başlatıyoruz. Üçüncü olarak da özellikle doğal afetlerin yaşandığı yerlere insani yardım sağlıyoruz.
SORU: Bu yaklaşımı yeni-Osmanlı olarak tanımlamak uygun düşer mi?
GÜL: Biz dış politikamızı bu şekilde nitelemeyi düşünmedik. Doğal olarak tarihimizle gurur duyuyoruz. Tarih, kelimenin de belirttiği gibi tarihtir, yani geçmiştir. Biz günümüze bakıyoruz. Sınırlarımız var, kendi hükûmet tarzımız var ve ülkemizin durumunu gerçekçi olarak tanımlıyoruz. Belki bir örnek ile izah edebilirim. İngilizlerin kendi milletler topluluğu var ancak hiç kimse bunu Britanya İmparatorluğu olarak anmıyor. Fransızların bazı Afrika ülkeleriyle sıkı ilişkileri var. İspanya, bazı Latin Amerika ülkeleriyle önemli ilişkiler içerisinde. İtalya, ortak bir geçmişe sahip olduğu ülkelerle özel ilişkiler besliyor. Aynı şekilde Türkiye, Orta Asya, Rusya, Balkanlar, Orta Doğu ile ilişkilere sahip. Dış politikamızı bu bakış açısından değerlendirmek gerekir.
SORU: Osmanlı İmparatorluğu´na kıyasla bugün Türkiye nedir? O çok etnikli devletin mirasçısı mı yoksa tamamen farklı bir ulusal yapı mı?
GÜL: Bu soruya, Türkiye Cumhuriyeti kurularak cevap verildi. Çünkü imparatorluklar, cumhuriyetlerden farklı oluşumlardır. İmparatorlukların kendine özgü çok etnikli ve çok coğrafyalı (bir nevi federasyon ya da otonom bölgelere sahip bir federal sistem) bir yapıları vardır. Türkiye Cumhuriyeti, ulusal bir devlettir. Doğal olarak, imparatorluk sınırları dâhilinde yer almış ve Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Kürt ve diğerlerinin birlikte yaşadığı topraklar mevcuttur. Biz bu ülkelerin çoğuyla iyi ilişkiler içindeyiz ve geçmişteki ilişkilerimiz münasebetiyle, bu ülkelerle dostluk köprüleri kurma olanağına sahibiz.
SORU: Avrupa´ya girme hedefiniz bakımından bugün hangi noktadayız? Müzakerelerde zorluklarla karşılaşıldığı aşikâr. Bunun sorumluluğu kimin?
GÜL: İtalya, AB´nin kurucu bir üyesi ve her zaman bizim yanımızda oldu, bizi çok destekledi. Bu nedenle halkınıza ve Türkiye´yi destekleyen tüm hükûmetlere minnettarız. Şimdi sorunuza cevap olarak söyleyeceklerimin siz İtalyanları gücendirmemesini umuyorum ama şunu söylemem gerekir ki kanımca müzakerelerde karşılaşılan güçlüklerin en büyük sorumlusu AB´dir.
SORU: Neden?
GÜL: Çünkü bence AB, kendi kendisine güvensizlik krizi yaşamaktadır. Bu krizin derinliğinin, vahimliğinin ve öneminin henüz tam olarak bilincinde değildir. Dolayısıyla Avrupa, yapması gereken konusunda stratejik bir görüş geliştiremiyor.
SORU: Türkiye´nin AB´ye doğru katettiği yolda karşılaştığı zorluklar sizi endişelendiriyor mu?
GÜL: Hayır, endişeli değilim. Türkiye önemli bir yola girmiştir. Bugün itibarıyla daha demokratik bir ülkeyiz, demokrasi standartlarımızı yükselttik ve bu bağlamda pek çok ilerleme kaydetmeye devam etmekteyiz. Ekonomi konusunda da oldukça umutluyuz. Türkiye açısından gelecek parlak olacak. Eğer AB verdiği sözleri tutarsa, bundan her iki taraf da fayda sağlayacaktır. Avrupa´da, Türkiye´nin 30 yıl önceye uzanan bir imajını yansıtan bazı siyasetçilerin beyanatları olduğunu biliyorum. İstanbul´un harikulade ve müthiş olduğunu ama ilgi çekici başka hiçbir şeyin olmadığını söyleyen siyasetçiler... Bunun doğru olmadığını keşfettiklerinde onlar için çok geç olacak.
SORU: Avrupa ile yaşanan zorluklar demişken, en karmaşık düğümlerden birisi Kıbrıs düğümü. Her ikisi de sol partilerden gelen iki cumhurbaşkanı, Kıbrıslı Rum Dimitris Hristofyas ve Kıbrıslı Türk Mehmet Ali Talat arasındaki müzakereler, somut sonuçlar ortaya koymadı. Böylece özellikle uluslararası düzeyde tanınmayan taraf olan, adanın kuzeyinde yaşayan umudu kırılmış halk, muhafazakâr Derviş Eroğlu´nu yeni devlet başkanı olarak seçti. Eroğlu, adanın birleşmesi değil, iki farklı oluşum yanlısı. Ankara´nın üzerinde büyük nüfuza sahip olduğu Kıbrıs´ın yaşadığı bu zorlu ihtilaftan, Türkiye´nin Avrupa´ya doğru gidişini yarıda kesecek durdurmanın gelmesinden endişe etmiyor musunuz?
GÜL: Kıbrıs konusunda endişeliyim. Ama benim endişem Türk bağlamından ziyade Avrupa ve müttefik olarak tanımlayabileceklerimize ilişkin. Çünkü Kıbrıs meselesi, Avrupa ile genel anlamda müttefikler arasındaki iş birliği ve dayanışmayı olumsuz etkiliyor. Hassas bir dünyada yaşıyoruz. Gelecekte hangi güçlüklerle karşılaşacağımızı bilmiyoruz ama kesin olan bir şey var ki bu güçlükler her halükârda aramızda büyük bir dayanışmayı gerektirecek. Çözüme kavuşturulmamış bir Kıbrıs meselesi, Avrupa´ya ve üye devletlerine pek çok sorun yaratabilir. Bu bir risktir. Ancak Türkiye´yi, Kıbrıs´ı ve Kıbrıslı Türkleri ilgilendiren spesifik meseleye ilişkin olarak, gerek Türkiye´nin gerekse Kıbrıslı Türklerin sorunu çözmeye çalışmak için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını söylemek gerekir. Müttefik ülkelerin asker ve barış güçleri gönderdikleri dünyanın pek çok bölgesi mevcut. Ayrıca NATO´da veya başka alanlarda Kıbrıs düğümünden doğabilecek pek çok sorun var; çünkü bu, enerji gibi en stratejik sektörlerden bazılarında iş birliğini engelleyen bir sorundur. Kıbrıs sorunu çözülmezse, enerji alanındaki ilişkilerimizin ilerlemesi de frenlenir. Nitekim Avrupa´ya emin bir enerji tedarikinin ne şekilde garanti edileceği konusunda hâlâ ciddi bir tartışma yok. Öyle ki AB´nin Türkiye ile üzerinde tartışması gereken ilgili müzakere başlığı açılmadı. Ankara´nın katılımının başlangıçta olumlu olarak görüldüğü ancak bugün hareketsiz duran (enerjiden başlamak üzere) tüm bu cepheler var. Türkiye´den ziyade Avrupa için, müttefikler için endişe duyuyorum. Spesifik olarak Kıbrıs´ın durumuna gelince, Cumhurbaşkanı Eroğlu, Cumhurbaşkanı Talat tarafından dokunan ipi oldukça yapıcı bir şekilde yeniden ele aldı ve müzakereler taraftarı. Şimdi AB de müzakereler yönünde itiyor.
SORU: Direkt tecrübeniz dolayısıyla şartlarını iyi bildiğiniz bir başka hassas nokta da Ermeni meselesi. Ermenistan ile Türkiye arasındaki futbol karşılaşması vesilesiyle iki yıl önce Erivan´a gerçekleştirdiğiniz ziyaret ve ardından Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ile yapılan görüşmeler, bir ümit dalgası ve Ermenistan ile Azerbaycan arasında 1993´te vuku bulan savaştan beri hareketsiz durumdaki bir diyaloğun yeniden başlaması sonucuna götürdü. Ancak şimdi bu noktada da süreç durdu ve Ermeni meselesinin çözümünü Ankara´nın AB´ye girişi için şart koşulmasını savunanlar var. Siz buna ne cevap veriyorsunuz?
GÜL: Ankara´nın AB´ye girişiyle Ermeni meselesi arasında ilişki yoktur. Tabii ki Türkiye´nin barış ve iş birliği için yapıcı politikalar izlemesi açısından, bölgemizdeki sorunların çözülmüş olması büyük önem taşımaktadır. Samimiyetimiz tanınsın: Kafkaslar´da istikrar sağlanması için çalıştık. Bizzat kendim de Ermenistan ile girişimi başlatmak suretiyle bu yönde ilk adımları attım. Ermeni meselesi, çözülmesi gereken bir meseledir. Şimdi belki de sessiz diplomasi zamanıdır.
SORU: "Sessiz diplomasi" ile ne kastediyorsunuz?
GÜL: Sessiz ve kararlı bir diplomasi.
SORU: Yani hiçbir kamusal girişim yapılmadan, sadece gizli müzakerelerle mi?
GÜL: Bir çözüme ulaşabilmek için şu anda yapılması gerekenin bu olduğu kanısındayım.
SORU: Sayın Cumhurbaşkanı, yıllar geçtikçe Türkiye enerjik, azimli, git gide daha refah içinde, kendisine çok güvenen bir ülke olarak kendisini gösteriyor. Her hâlükârda daha 15 yıl öncesine kıyasla çok farklı bir ülke. 15 yıl sonra Türkiye´yi nerede görüyorsunuz?
GÜL: Türkiye´nin değişmekte olduğu şüphe götürmez. 2002´ye bakacak olursak, bankalar iflasın eşiğine ve ekonomik sistem çökme noktasına gelmiş, gayri safi yurtiçi hasıla büyük ölçüde küçülmüştü ve bizler, uluslararası ortamda kendi fikrimizi bile söyleyemiyorduk. Şimdi, yaklaşık 10 yıl sonra, tam hız büyüme içerisinde bir ekonomiyle karşı karşıya bulunuyoruz. Kriz zamanında bile Türkiye, 130-140 milyar doları aşan değerde mal ihraç etmeyi başardı. 15 yıl sonra Türkiye´nin çok farklı bir yerde olacağını sanıyorum. Şu an itibarıyla Avrupa´nın altıncı ekonomisi durumunda. Araştırma ve eğitim alanlarında yapılan yoğun yatırımları göz önüne alarak, dördüncü güç olacağımızı tahayyül edebilirim.
FACEBOOK YORUMLAR