Reklam
Reklam

Ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranabildik?

Ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranabildik?

Ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranabildik?
Editör: Turkinfo.nl
11 Mart 2010 - 11:52
Reklam
Ye´cuc-Me´cuc taifesi…
Lütfü TÜRKKAN - lutfu@internethaber.com
Bunu Hükümet’in Dış Politikası’nda şimdiye dek yaptığı yanlışlıkların bir sonucu olarak görmek de mümkün.
Daha üzerinden birkaç ay geçmesine rağmen Hillary Clinton’un bizzat başında durarak Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na imzalattığı Ermeni Kapısı’nın açılmasını sağlayan anlaşma bile kar etmemiş anlaşılan.
Ama bir gerçek var ki yadsınamayan, basiretsiz Türk Dış Politikası ile birlikte, bu tasarının kabulünün altında yatan sebeplerden biri de ilk çağlardan bu yana süren ”Türk Düşmanlığı”,  21. Asırda da, acımasızca devam ediyor.
Türklerin Orta Asya´daki yurtlarından çıkıp dünyadaki diğer ırklarla tanışmasının üzerinden binlerce yıl geçti. Türkler, yeni tanıştıkları ve çoğu kez yenilgiye uğrattıkları bu toplumlar üzerinde bıraktıkları izlenimleri, aradan gecen bunca sure içinde silmeyi başaramadılar. Ne yazık ki, sürekli Türkler aleyhine islemiş olan bu süreç, günümüzde de devam ediyor.
 
 “Ye´cuc-Me´cuc taifesi”
Tarih boyunca tüm ırklar Türkleri böyle gördüler.
İslam’ın kutsal kitabi Kuran-i Kerim´de "Ye´cuc-Me´cuc" adi ile anılan topluluğun Türkler olduğu ko­nusunda doğuda ve batıda pek çok ya­zar söz birliği etmiştir...
 
"Nihayet-ul-ireb fi funun-il edeb" adında bir kitap yazan Sihabeddin Ahmed-in Nuveyri isimli bir Arap yazarına göre Türkler, "Ye´cuc-Me´cuc" ta­ifesinin "Nesnas" kolundandır. Bunlar, çok uzun ve çok kısa olmak üzere iki kısma ayrılır. "Cengel gibi" tırnakları ve "canavar gibi" dişleri vardır. Çeneleri "dev çenesi" gibidir. Bütün vücutları kıllarla kaplıdır...
 
"Türk Düşmanı" edebiyatını, tarihe baktığımızda, Hıristiyan Batı ile birlikte, Ortadoğu halklarının en az batıdaki kadar sıklıkla sergilediğini görüyoruz.
Bunların ilki, Hicret´in 8. yılında yasamış Imam Ha­zin´dir... "Ye´cuc-Me´cuc" un Türkler olduğu konusunda kesin görüşünü açıklayan İmanı Hazin, "Lubab-ut-tevil" adli kitabında "Bunların isi gücü dünyayı tahrip etmek­tir..." diyor ve Türkleri söyle tarif edi­yor: "Bir kısmı cam ağacı boyunda. bir kısmı 120 arşın eninde ve 120 arşın boyunda; diğer bir kısmının bir kulağı yatak, bir kulağı yorgan yapacak kadar geniş; nihayet bir grup bir karış boyunda..." Benzer çoğu İslam eserin­de de sözü gecen bu halk ´tiksinti ve­rici yaratılışta, basık burunlu, yayvan suratlı, küçük gözlü´ nitelemeleriyle tanıtılır; bu milletin Türkler olduğu ve Türklerle savaşılmadıkça ´kıyamet günü´ nun gelmeyeceği anlatılır.
7. yüzyılda yasamış unlu İranlı Kuran bilgini Kadi Beyzâvî de Türklere olan düşmanlığını. "Envar-ut tenzil" isimli eserinde "Bunlar insan eti yemeyi ge­lenek edinmişler..."şeklinde dile getiriyor.
 
Hıristiyan Dünyası’nın Müslüman Dünyası’ndan geri kalmasını düşünmek mümkün mü?
 
Tabii ki değil.
 
Atilla’nın altını üstüne getirdiği İtalya’da annelerin küçük çocuklarını "Mamma mia, gli Turchi!" (Anacığım, Türkler!) haykırışlarıyla korkutmaları Latin dünyasında atasözü olurken, yaşlı Bizans, Avarlar, Peçenekler, İskitler ve Bulgar Türkle­ri´nin saldırılarından kurtulmak için canini dişine takmış savaşıyordu. Bu amaçla Bizans, 5. yüzyılda İmparator Anastasios zamanında, Silivri´den Ter­kos Gölü’ne duvar çekerek dünyaya ikinci bir Çin Seddi hediye etmişti... 
 
Türk milletine yöneltilmiş iftiralar kervanına unlu Yunanlı tarihçi Herodot da katılmaktadır. Herodot, kitabinin 4. cildinde, Orta Asya’nın Aral Gölü havzasında yasayan ve kendilerine "Mesagetler" denen İskit Türklerinin, yaşlanan ana-babalarını öldürdüklerini ve koyun etleri ile bir­likte pişirip yediklerini anlatıyor.
 
Miladin birinci yüzyılında yasamış Yahudi tarihçi Josephe Flavi­us´un "iskitler´in Ye´cuc-Me´cuc" olduklarını yazdığı ve 8. yüzyıl yazarlarından Aethicus´un "Cosmog­raphia" isimli eserinde Türk ırkının ´Ye´cuc-Me´cuc" neslinden olduğunu ilan ettiğini İsmail Hami Daniş­mend "Turkluk Meseleleri" isimli kitabında uzun uzun anlatıyor...
 
Türklerin boyları postlarını vücutlarının kıllarını, ayak parmaklarının tırnaklarına varıncaya kadar her yeri­ni inceleyen Türk düşmanlarının vardıkları bir nokta var: Türkler medeni­yet kuramazlar... Çünkü zeka dere­celeri ve medeni yetenekleri bir me­deniyet kurmaya uygun değildir...
 
Tanınmış bir batili bilgin olan Ge­rard de Rialle´in, "Me­moire sur l´Asie Centrale" adli kitabında yazdığına göre Türkler, Moğollar gibi sari ırka bağlıdır ve her iki irk da "aşağılık" ve "ilkel"dir. Bunların kafaları "zeka yoksunu" , hareketleri "ağır ve kaba”dır.
 
20. yüzyılda yasamış bir Alman bilgini de Rialle´le ayni görüşü paylaşmaktadır. Doğu Türkistan’da araştırmalar yaparak geçmiş parlak bir medeniyetin izlerini bulan Von le Coq isimli bu bilgin, "Exploration Archeologi-que a Tourfan" isimli kitabında Türkleri söyle anlatır: "Bu yörenin insanları Türk olamazlar. Çünkü Türkler böyle ileri bir medeniyet ku­racak yeteneğe sahip değillerdir... Belki İranlılardır. Bu yüzden onlara Sogdlular diyorum..."
 
Türk düşmanlığının Avrupa´daki ilk izleri, M.S. V. yüzyıldaki Hun saldırılarına kadar uzanıyor. Hunların Romalılar üzerindeki etkileri öylesine derindir ki, bugün bile Yunan basını, Türkiye’yi kötüleyeceği zaman bunu hâlâ "Atilla" adında odaklaştırmayı ihmal etmiyor.
 
Papa II. Paschalis, 1100 yılında yazdığı bir mektubunda, bütün Müslümanları "barbarorum" sıfatıyla anmış ve "Turci" olarak nitelemiştir.
 
Urfalı Mateos da, 952-1136 yılları arasını anlatan "Urfali Mateos Vekayinamesi" adındaki kitabında, "467´nci yılın başlangıcında, mukaddes Hac´a tapınan bütün Hıristiyan halk, Allah’ın hiddetine maruz kaldı. Oldurucu nefesli ejder, kasıp kavuran ateşle beraber ortaya çıktı ve ´Ekanimi Selase´ ye tapınanları vurdu. Resul ve peygamber kitaplarının temelleri sarsıldı. Çünkü kanatlı yılanlar, bütün Hıristiyan memleketlerini ateşe vermek uze­re geldiler. Kana susamış yırtıcı hayvanların ilk zuhuru böyle oldu. Bu zamanda Türk tesmiye edilen barbar millet toplanıp Ermenistan’ın Vaspurakan eyaletine geldi ve Hıristiyanları kılıçtan geçirdi..."
 
Bu katliam haberi üzerine Er­meniler ordularını toplayıp Türk ordugahına karşı yürür, iki ordu korkunç bir savaşa tutuşur. Mate­os burada ilginç bir tespit yapıp söyle diyor: "Bu zamana kadar bu cins Türk atlı askeri görülmemişti. Ermeni askerleri onlarla karsılaşınca, onların acayip şekilli, yaylı, kadın gibi uzun saçlı olduklarını gördüler:.." Düşmanlarının gücü karsısında şaşkına donem Erme­niler geri çekilirler. Türklerin du­rumunu Kral Senekerime anlatırlar. O da öylesine kederlenir ki, yemez, içmez, sabahlara kadar uyumaz. Durmadan azizlerin yazı ve sözlerini inceler. Sonunda bu yazılarda, Türk askerlerinin ilerle­yecekleri devri görür ve yeryüzünün tahrip edileceğini anlar.
 
Kralın okudukları, Aziz Ermeni Katolikosu Buyuk Nerses´in, Hıristiyanların başına gelecek felaket­leri sıralayıp, her kötülüğün "Ham´ın oğulları olan Türk milleti­nin eliyle birer birer husule geleceğini" anlattığı yazılardır. Nuh´un oğullarından olan "Ham", babasına karşı isyankar olmuş biridir ve bu nedenle hem kendisi hem de ondan türeyenler tüm tek tanrılı dinlerin mitolojisinde lanetli kabul edilmişlerdir.
 
Türkler, tüm Hıristiyanların gözünde ister Müslüman ol­sun isterse Şaman, hepsi putperestti. Günümüzde bile pek yıkılamayan bu inanç, özellikle eski cağlarda gerçek bir önyargı anlamına gelmekteydi. Kanuni döneminde İstanbul’da dört yıl kalan Manuel Serrano adında bir İspanyol, günlük yasamı ayrıntısına ka­dar anlatmıştı. Erkeklerin çok es almaları, haremleri, kıskançlıkları, kadınların yasam boyu kafeste yasaması ve İslam’ın bu konudaki belirleyici tavrını söyle yorumlu­yordu: "Ne yaparlarsa yapsınlar, yine de şeytanin peşine takılıp ce­henneme gideceklerine göre, bi­raz dünyadan kâm almalarını hoş görmek gerekir..."
 
Ünlü re­formcu Martin Luther, bir makalesinde Türkleri "Tanrı’nın Kırbacı”na benzetiyordu ve onlar­la ilgili olarak, "Türklere Karşı Savaş" ve "Türklere Karşı Duaya Çağrı" adlarında iki kitap yazmıştı... Luther´e göre"Türk ordusu şeytanın ordusuydu" ve "Bugün Türklerin ayakları altında ezilip inleyen Hıristiyanlar, zamanı gelince onları yargılayıp cezalandıracaktı..."
 
Batıda yüzyıllar boyu değişmeyen, klasikleşmiş bir moda haline gelen "Türk Düşmanlığı”na Shakspeare de katkıda bulundu. "IV. Henry" adli oyununda tahta çıkan Kral, halkına söyle sesleniyordu: "İngiliz sarayı Türk sarayı değil. Ben Murat değil, Henry´im Henry!" Kardeşlerini öldürmeyeceğini söyleyerek övünen Henry, söylevini, "İstanbul’a varıp Türk’ü sakalından asacağım" diyerek sürdürüyordu. Yine Shakspeare, Türkiye’de yıllarca hem de Devlet Tiyatrosu tarafından sergilenen "Kral Lear" isimli eserinde de Türkleri "kadın düşkünü" olarak karalamıştı.
 
Türkler, binlerce yıl, irili ufaklı çeşitli devletler ve boylar seklinde Asya’nın ortalarından Avrupa’nın içlerine kadar yayılmışlardı... Bütün bu farklı bölgelerde, onlarla birlikte yaşamış diğer halklar ile bir bicimde ilişkisi olmuştu. Ancak, halkları ve savaşçıları karşı karşıya getiren en temel ilişki de, çıkarların çatışması sonucu oluşmuş düşmanlıktan başka bir şey değildi... Aslında karşılaştıkları her kültüre kolaylıkla uyum sağlayan Türkler, böylece eski dünyanın belki düşmanı en bol uluslarından biri, hatta ilk sırada yer alanı oldular.
 
Böylesine ilginç bir düşmanlık oluşumunu tarihin en eski devirlerinden bu yana, kesintilerle de olsa izlemek mümkün. Herkesin bildiği gibi bu konudaki birikim öylesine çok ki, giderek "Türk düşmanlığı tarihi"nden, sosyolojisinden, hatta kültüründen bile söz etmek mümkün.
 
Osmanlı Devleti´nin yöneticiler i şimdilerde bizim de yaptığımız “her şeye rağmen” AB’ye girme çabaları gibi- 1839´da "Gülhane Hattı" , 1859´da da "Islahat ve Tanzimat Fermanları" ile kendini Avrupa´ya kabul ettirmeye çabalıyordu. Ne var ki, aynı dönemde  Katolik Kilisesi kardinallerinden Newmann da, ayni tarihlerde Li­verpool´da "Türk Tarihi" üzerine konferanslar vermekteydi. Kardi­nal Newmann, verdiği üçüncü konferansta konuyu su cümlelerle adeta temelden özetlemekteydi: "Türklerin savaş gücünü inkar et­miyorum. Ama iste bu güç, onları, imanın ve uygarlığın amansız düşmanı yapıyor. Onun için Türklerle savaşmak ve onları yok et­mek zorundayız..."
 
İster Hıristiyan bati, isterse Müslüman Ortadoğu olsun; Türklere karşı oluşan bu geleneksel düşmanlığın kökenine günümüzden bakınca, ta­rihsel ve psikolojik nedenlerin ağır bastığı kolaylıkla fark ediliyor.
 
Tari­hin belirli dönemlerinde her iki gücün de karşısına sıkça çıkan bu "üçüncü ve yok edilemeyen amansız güç" ün neden olduğu korkunun, dünyada başka hiçbir ulusa karşı yöneltilmemiş bir düşmanlık duygusunu pekiştirdiği görülüyor.
 
Ancak, burada ilginç ve belki de bi­raz tuhaf olan bir nokta var ki, o da, bu geleneksel düşmanlığı her iki dünyanın da bilinçli bir şekilde kuşaktan kuşağa aktarmasına rağmen Türklerin hâlâ bu tavrın farkına varamamasıdır

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum